Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) / Prof. Dr. Behçet Yeşilbursa
Yukarıdaki başlıktan da anlaşılacağı üzere Ortadoğu’ya yönelik planlar, projeler sürekli
yenilenmekte ve değişmektedir. Ancak birincisinden (Sadabad Paktı) sonuncusuna (BOP)
Türkiye’nin inisiyatifi tamamen ortadan kalkmıştır.
Atatürk döneminden sonra yavaş yavaş
Batı’ya bağımlı hale gelen Türkiye 1950’lerden sonra hemen hemen her alanda tamamen
bağımlı hale gelmiştir; zamanla Batı politikalarının Ortadoğu’da sadece yürütücüsü durumuna
gelmiştir. Bu durum Bağdat Paktı’nın kuruluşundan Büyük Ortadoğu Projesinin uygulanışına
kadar birçok konuda açıkça görülmektedir. Türkiye bu dönemde ekonomik ve askeri
bakımdan şüphesiz birtakım kazanımlar elde etmiştir, fakat bu kazanımlarından kat ve kat
daha fazlasını da kaybetmiştir. İlk başta ekonomisi bağımlı hale gelmiş ve siyasi olarak da
Atatürk’ün “tam bağımsızlık” ilkesi yara almıştır.
Atatürk’ten sonra Türkiye dış politika alanında geleneksel olarak Batıcılık çizgisini
takip etmiş, fakat en az onun kadar geleneksel olan dengecilik ve statükoculuk çizgisinden
özellikle 1945’den sonra ciddi bir sapma göstermiştir. Nitekim bu dönemde Türkiye ne Doğu-
Batı arasındaki, ne de Batı’nın kendi içindeki dengeleri gözetmiştir. Her iki bakımdan da
yalnızca ABD’ye bağlılık ve bağımlılık göstermiş, uluslararası gelişmeleri dikkate almayarak
dış politikada kendini oldukça sınırlamıştır. 1950’den sonra Türkiye’nin adeta bağımsızlığını
kısıtlayacak şekilde bir dış politika izlemesi, uygulanan ekonomik politikanın iflası sonucu
komünizm tehlikesini durmadan abartarak dış yardım ve dış borç almak istemesinden
kaynaklanmıştır. Nitekim Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nin tutumu açıkça
değiştiği halde Türkiye bunu görmek istememiş, Bağlantısızlık akımını adeta yok saymış ve
dış yardımın sürmesi için Soğuk Savaşı abartmıştır. 1
İkinci Dünya Savaşı sonunda Sovyetler Birliği tarafından tehdit edilen ve savaşın
ekonomisi üzerindeki olumsuz etkilerini silmek için dış borç arayan Türkiye, Soğuk Savaş
ortamında dış politikasını tamamen Batı çerçevesinde belirleyerek, stratejik önemine vurgu
yapan ve Batı’nın güvenliği için kendisinin vazgeçilmez olduğunu daima ön plana çıkaran bir
dış politika izlemiştir. Özellikle 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle birlikte, Türk
dış politikası, “Türkiye’nin çıkarı Batı’nın yani ABD’nin çıkarıyla özdeştir” anlayışıyla
yönetilmeye başlanmıştır. Bu anlayış doğal olarak Türkiye’nin Ortadoğu politikasını da
etkilemiştir. Türkiye bölgedeki gelişmeleri Soğuk Savaş mantığı ve Batı gözüyle takip
etmiştir. Yani bir bakıma, Batı’nın Ortadoğu’daki “sözcüsü” gibi davranmış ve bu bölgede
bağımsızlığını yeni kazanmış Arap devletlerini Batı’ya yakınlaştırma ve onlara liderlik yapma
görevini üstlenmiştir. 2
Bu durum Arap devletlerince “emperyalizmin sözcülüğünü yapmak” olarak algılanmış
ve olumsuz karşılanmıştır. Dolayısıyla Atatürk ve İnönü dönemleri sonrası Türkiye’nin
Ortadoğu politikası hem başarısız olmuş hem de Arap devletleriyle ilişkilerinde uzun vadede
onarılması güç sorunlar yaşanmıştır. Türkiye, 1950’lerde Arap devletlerine karşı takip ettiği
bu politikasının olumsuz sonuçlarını 1960’larda yaşamış ve bu tarihten sonra da yeni bir dış
politika oluşturma sürecine girmiştir. 3
1 Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar,
Cilt 1: 1919-1980, 8. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2003, s. 480-652.
2 Oran, a.g.e., s. 480-652.
3 Oran, a.g.e., s. 480-652.
2
Bağdat Paktı 4 , İngiltere’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını koruma düşüncesinin bir sonucu
olarak ortaya çıkmıştır. Bölgede hatırı sayılır derecede ekonomik ve askeri güce sahip olan
İngiltere, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bölgede artan milliyetçilik hareketlerini ve
Sovyetler Birliği’nin bölgeye yönelik faaliyetlerini, kendi menfaatlerine karşı bir tehdit olarak
algılamış ve bölgedeki çıkarlarını korumak için yeni bir savunma paktı kurmak istemiştir.
Bölgedeki (Türkiye, Mısır ve Irak gibi) ülkelerle yapılacak olan ve özellikle de Amerika
Birleşik Devletleri gibi büyük devletlerin taraf olacağı çok taraflı bir savunma paktı hem
bölgeye yönelik Sovyet tehdidini önleyebilir hem de İngiltere’nin bölgedeki çıkarlarını
koruyabilirdi. Bu düşünce doğrultusunda 1950’lerin başından itibaren İngiltere, özellikle de
Mısır’la olan Süveyş Kanal Üssü sorununu çözmek için, Ortadoğu’da çok taraflı bölgesel bir
savunma paktının kurulması için harekete geçti. Ancak “Ortadoğu Komutanlığı” ve
“Ortadoğu Savunma Organizasyonu” gibi başarısızlıkla sonuçlanan iki projelerden sonra
1954’te bu konuda bölgedeki inisiyatifi ABD’ye kaptırmış oldu. Fakat ABD’nin Türkiye-
Pakistan eksenli kurmaya çalıştığı “Kuzey Kuşağı Savunma Projesi’nin” de pek başarılı
olmaması sebebiyle İngiltere, Türkiye-Irak eksenli Bağdat Paktı’nın kurulmasında önemli bir
rol oynadı. 5
24 Şubat 1955’de Bağdat’ta iki ülkenin başbakanları (Menderes ve Nuri Said Paşa)
tarafından Türkiye-Irak Karşılıklı İşbirliği Antlaşması (Bağdat Paktı) imzalandı. Bu
antlaşmaya aynı yıl 5 Nisanda İngiltere, 23 Eylülde Pakistan ve 3 Kasımda da İran katılmıştır.
ABD ise Mısır’ı kışkırtmamak ve İsrail ile olan özel ilişkilerinde bir sorun yaşamamak için
pakta tam üye olmamış, ancak onu desteklemek üzere, paktın bazı komitelerine üye olmuştur.
Bağdat Paktı’na en büyük tepki Mısır’da gelmiştir. Arap birliğinin lideri olan Mısır’ın
genç başkanı Nasır bu paktı, birliğe karşı bir tehdit olarak algılamış ve Irak’ı başka Arap
ülkelerinin (Ürdün, Suriye ve Lübnan gibi) takip etmesini engellemiştir. Sonunda Nasır’ın
giriştiği kampanyanın da etkisiyle hiçbir Arap devleti pakta katılmamış ve Irak Arap dünyası
içinde yalnız kalmıştır. Bağdat Paktı, Arap dünyasını birleştireceği yerde tam aksine iki
kampa bölmüş (batı yanlısı olanlar ve tarafsız olanlar) ve Mısır ile Irak, başka bir deyişle,
Nasır ile Nuri Said arasında soğuk savaşın başlamasına sebep olmuştur.
NATO’nun aksine, Bağdat Paktı’nda kesin yükümlülükler bulunmamaktadır. Pakt
savunma alanında bir işbirliği çerçevesi ortaya koymakta, bu çerçevenin içeriğinin üye ülkeler
arasında yapılacak olan özel anlaşmalarla doldurulması öngörülmüştür. Nitekim bu bağlamda,
5 Nisanda İngiltere ile Irak arasında özel bir antlaşma imzalanmıştır. Bu antlaşma ile iki ülke
arasında imzalanmış olan 1930 tarihli antlaşma yürürlükten kaldırıldığı gibi, Irak’a silah
sağlanması ve bir saldırı durumunda İngiltere’nin Irak’a yardım etmesi öngörülmüştü. Başka
bir ifadeyle, bu antlaşmayla İngiltere’nin Irak ile olan özel ilişkileri (ekonomik ve askeri)
Bağdat Paktı’nın şemsiyesi altına alınmış oluyordu.
Ancak paktın ömrü uzun olmamıştır. 14 Temmuz 1958’de General Kasım’ın yaptığı
askeri darbeden sonra Irak 24 Mart 1959’da Bağdat Paktı’ndan resmen ayrılmıştır. Bundan
sonra paktın merkezi Ankara’ya taşınmış ve adı da Merkezi Antlaşma Örgütü (Central Treaty
4 Bağdat Paktı hakkında daha geniş bilgi için bkz. Behçet Kemal Yeşilbursa, The Baghdad Pact: Anglo-
American Defence Policies in the Middle East, 1950-1959, Frank Cass, London 2005. Ömer Osman Umar,
Bağdat Paktı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 2013.
5 Orta Doğu Komutanlığı ve Kuzey Kuşağı projeleri hakkında daha geniş bilgi için bkz. Behçet Kemal
Yeşilbursa, Ortadoğu’da Soğuk Savaş ve Emperyalizm, IQ Yayınları, İstanbul 2007.
3
Organization: CENTO) olarak değiştirilmiştir. Ancak paktın metninde herhangi bir değişiklik
yapılmamıştır. Ancak 1979’da İran’da İslam Devrimi olunca, İran hükümeti 11 Mart 1979’da
“yalnız emperyalistlerin çıkarlarını koruduğu” gerekçesiyle CENTO’dan çekildiğini, ertesi
gün de Pakistan hükümeti CENTO’nun “Pakistan’ın güvenliğini koruyamadığını” belirterek
üyelikten ayrılmıştır. Bunun üzerine Türk hükümeti de 13 Martta yaptığı bir açıklamayla,
artık “CENTO’nun bölgede işlevini fiilen yitirdiğini” belirtmiştir. CENTO’nun beklentilerini
karşılamadığını düşünen üç bölge ülkesi Türkiye, Pakistan ve İran aralarındaki ekonomik ve
kültürel işbirliğini geliştirmek amacıyla 22 Temmuz 1964’de Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği
(Regional Co-operation for Development: RCD) adlı yeni bir örgüt kurmuşlardır. Ancak tüm
çabalara rağmen RCD yeterince gelişme gösterememiş ve yerine 29 Ocak 1985’de aynı
ülkeler tarafından Ekonomik İşbirliği Örgütü (Economic Co-operation Organization: ECO)
kurulmuştur. 6
Sonuç olarak bu tarihi sürece baktığımızda Ortadoğu’nun özel olarak da Türkiye’nin
bugün de tıpkı geçmişte olduğu gibi İngiltere ve Amerika için önem taşıdığını görüyoruz. Bu
iki ülkenin bölgeye yönelik geliştirdikleri projeler (özellikle Büyük Ortadoğu Projesi-BOP)
çerçevesinde Ortadoğu’nun yakın, orta ve uzun vadede alacağı şekil daha net olarak ortaya
çıkacaktır. Aslında bu süreçte Ortadoğu’daki devletlerin alacağı yeni şekillerden ziyade bizim
için önemli olan Türkiye’nin alacağı şekil olacaktır.
Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından ABD’nin 1990’ların başında uygulamaya
koyduğu BOP’un varlığından bölge ülkeleri ancak yıllar sonra haberdar olmuştur. Fas’tan
Pakistan’a (hatta Endonezya ve Malezya’ya), Somali’den Kazakistan’a, Yemen’den
Bosna’ya, Azerbaycan’a uzanan bu geniş coğrafyada, ABD’nin 1991’den beri yürüttüğü
askeri operasyonlar ve dayattığı siyasi, askeri, ekonomik ve sosyo-kültürel çözümler hep bu
projenin birer parçaları durumunda olmuştur. Bu bölgelerin, özellikle de Ortadoğu bölgesinin
genelde Batı dünyası, özelde de ABD için bir kaynak ve pazar olarak görüldüğü, fakat bunun
dışında bir takım sözde demokratikleşme hareketlerini de kapsamış olduğunu görüyoruz. Yani
BOP çerçevesinde bölge ülkelerinin sınırlarına ve siyasi yapılarına da müdahale edileceği
anlaşılmaktadır.
Bölge ülkeleri, Soğuk Savaş döneminde Sovyet tehdidi bahane edilerek,
bugün ise (kendi yarattıkları ve besledikleri) terör bahane edilerek her anlamda Batı
tarafından sömürülmektedir. Bu sömürünün bilinen adı ise “Büyük Ortadoğu Projesi”dir.
Fakat acı olan bu projeye başta Türkiye olmak üzere bazı bölge ülkelerinin destek vermesidir.
Bu projenin bölge ülkeleri tarafından özellikle de Türkiye tarafından algılanış biçimine
göre, Irak’la birlikte diğer bölge ülkelerinin de (Suriye gibi) durumu yakın gelecekte yeniden
şekilleneceğe benziyor. Irak’ta istikrarın sağlanamayacağı, özellikle de kuzeyine göre
güneyinde kargaşanın devam edeceği anlaşılmaktadır. Bölgede ortaya çıkacak yeni dengelere
göre, Irak’ın tamamen bölünebileceği, Erbil, Musul, Bağdat ve Basra merkezli yeni siyasi
oluşumların ortaya çıkabileceği ihtimali her zaman var olacaktır. Yine aynı şekilde Suriye’nin
bölünebileceği ve yeni oluşumların ortaya çıkabileceği ihtimalini de göz ardı etmemek
gerekiyor. Bütün bu gelişmelerden bölgedeki ülkeler paylarına düşeni alacaktır. Fakat burada
önemli olan Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarıdır. Hatta bunun da ötesinde, Türkiye’nin kendi
sınırları içerisinde çıkabilecek yeni durumların bölgedeki çıkarlarından daha da önemli hale
6 RCD hakkında daha geniş bilgi için bkz. Behçet Kemal Yeşilbursa, “The Formation of RCD: Regional
Co-operation for Development”, Middle Eastern Studies, Volume: 45, Number: 4 (July 2009), pp. 637-660.
4
gelip gelmeyeceği meselesidir.
Türkiye’nin 1945-65 yılları arasında bölgeye yönelik politikalarında tamamen İngiltere
ve ABD ile birlikte hareket etmiş olduğunu görüyoruz. Fakat bu politikalarında pek başarılı
olduğu söylenemez. Bugün yine ABD ve İngiltere ile birlikte (özellikle BOP çerçevesinde)
hareket etmesinin kendisine neler sağlayacağını veya neler kaybettireceğini çok iyi
hesaplaması gerekmektedir. Bu bağlamda bugün Türkiye bir yol ayrımındadır, ya BOP
çerçevesinde ABD ile birlikte hareket edecek ve bir bilinmeyene doğru yelken açacak ya da
Atatürk’ün milli dış siyasetine geri dönecektir.
Bu orta ve uzun vadede ne Irak, ne Suriye, ne
Arap Baharı ne de Büyük Ortadoğu Projesi meselesidir, bu orta ve uzun vadede Türkiye’nin
“Büyük Türkiye mi” yoksa “Küçük Türkiye mi” olup olmayacağı meselesidir. Başka bir
ifadeyle mevcut yapısını (her anlamda) koruyup koruyamayacağı meselesidir. Evet, öyle
anlaşılıyor ki, BOP çerçevesinde öngörülen “Büyük Ortadoğu”, fakat “Küçük Türkiye” ve
diğer küçük parçalardan oluşan bir “Büyük Ortadoğu”. Eğer Atatürk’ün milli dış siyasetine
acilen dönülmediği takdir de Ortadoğu’da yaşanacak olan ne Arap, ne Kürt ne de Türk baharı
olacaktır, yaşanan sadece “Batı’nın Baharı” olacaktır ki başka bir deyişle “İsrail’in Baharı”
olacaktır.
Zira Ortadoğu’da yaşayan tüm halklar için yakın ve orta vadede bir bahar havasının
(siyasi, iktisadi, sosyal, kültürel, eğitim, bilim, sanat, çevre, hukuk, adalet, eşitlik, özgürlük,
demokrasi, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü ile din ve vicdan özgürlüğü gibi
alanlarda) yani bir “aydınlanmanın” yaşanma olasılığı oldukça zayıf bir ihtimal olarak
görülmektedir.
Prof. Dr. Behçet Yeşilbursa
Yorum gönder