Ortadoğu’nun “En” Stratejik Suyolu: Süveyş Kanalı / Prof. Dr. Behçet Kemal Yeşilbursa
Başta Türk Boğazları (İstanbul ve Çanakkale Boğazları) olmak üzere Ortadoğu’daki stratejik (doğal) denizyollarından diğer ikisi Hürmüz Boğazı ve Bab el-Mandeb Boğazı’dır. Bu doğal denizyollarından (boğazlardan) başka Ortadoğu’da bir de insan eliyle inşa edilmiş bir suyolu vardır ki adeta bu üç denizyolunu (boğazı) birbirine bağlamıştır. Bu suyolu Süveyş Kanalı’dır. İşte, biz bu yazımızda Süveyş Kanalı’nın hikâyesini, önemini ele alacağız.
Ortadoğu’nun ve Mısır’ın İngiltere için önemi
İngiltere bölgede onlarca yıl uyguladığı emperyalizm ile askeri, ekonomik ve siyasi açıdan önemli bir role sahipti. Askeri olarak, Mısır, Irak, Ürdün ve Kıbrıs’ta askeri üsleri vardı. Ayrıca bölgede hatırı sayılır düzeyde kara, deniz ve hava kuvvetleri mevcuttu. Bölgedeki ülkelerin askeri kuvvetleri ile özel ilişkileri vardı. Onlara eğitim ve silah veriyordu. Ekonomik olarak, bölge ülkelerinde petrol imtiyazları, petrol rafineleri, bankaları ve özel yatırımları vardı. Bölge ülkelerine yüklü miktarda mali yardım yapmakta idi ve ayrıca bölge ülkeleri ile güçlü ticari ilişkileri vardı. Siyasi olarak, bölge devletleri ile yapmış olduğu özel ikili antlaşmaları vardı. Bölge ülkelerinde her alanda çok sayıda danışmanı mevcuttu. Ayrıca bazı bölge ülkelerinin yöneticileri ile yakın ilişki içerisindeydi.
İngiltere Ortadoğu’da bir imparatorluk politikası izlemekteydi. Bu durum zaman zaman diğer ülkelerle (Rusya, Fransa ve hatta Amerika ile) çatışmasına neden olmuştur. Amerika anti-emperyalist bir politika takip etmekle birlikte zaman zaman bölgedeki İngiliz nüfuzundan da faydalanma yoluna gitmiştir. Fransa ise bölgedeki çıkarlarını ve itibarını koruma peşindeydi. Sovyetler Birliği’nin tarihi emeli ise sıcak denizlere inmekti.
Sovyetler Birliği’ne karşı güçlü bir savunma üssü olması, Afrika ve Hint Denizi önünde bir set oluşu, petrol kaynağı oluşu ve haberleşmede önemli bir bölge olması sebebiyle Ortadoğu İngiltere için çok büyük bir öneme sahipti. İngiliz Genelkurmayı bu önemi şu şekilde ifade etmiştir: 1. Ortadoğu sadece İngiltere’nin güvenliği için değil imparatorluğa bağlı diğer ülkeler için de önemlidir. 2. Düşmanımız Sovyetler Birliği’nin önem verdiği ve olası saldırılarına karşı bölgedeki hava üslerinin muhafaza edilmesi önemlidir. 3. İngiltere’nin bölgedeki petrol kaynaklarının/stoklarının ve nakil yollarının güvenliğinin sağlanması önemlidir. 4. Bölgedeki İngiliz askeri gücünün kolayca yok edilemeyeceği fikrini Sovyetlere kabul ettirmek önemlidir. 5. İngiltere’nin ilişkilerinin ve üslerinin olduğu bir bölgede saldırı ihtimaline karşı Süveyş gibi bir üssün muhafaza edilmesi önemlidir.
Ayrıca İngiliz Genelkurmay Başkanlığı, İngiltere’nin Ortadoğu’daki temel stratejik ihtiyaçlarını şu şekilde açıklamıştır: 1. Stratejik hava gücü için Süveyş Kanal Üssüne sahip olmak; İngiltere ve müttefiklerine gerekli olan Süveyş Kanal Üssünü ve petrol bölgelerini koruyabilmek için başta Mısır olmak üzere bölge ülkeleri ile iyi ilişkiler kurmak. 2. Bu nedenle Ortadoğu ülkelerinin istikrar ve refah içinde bulunması, dostane ilişkilerin devam etmesi İngiltere için son derece önemliydi. Zira İngiliz Hükümetine göre Ortadoğu’nun güvenliği İngiltere’nin güvenliği ile eş anlamlıydı. 3. İngilizlere göre sahip olduğu imkânlar (hava alanları, limanlar, haberleşme ve insan gücü gibi) sebebiyle Mısır Ortadoğu savunması için büyük bir öneme sahipti. Süveyş Kanal Üssü de Mısır ve tüm Ortadoğu savunması için adeta bel kemiği idi.
Ekim 1949’da İngiliz Dışişleri Bakanı Bevin kabine üyelerine, Ortadoğu’nun sadece askeri yönden değil ekonomik bakımdan da İngiltere için çok önemli bir bölge olduğunu söyledi. Bevin’e göre özellikle petrol üreten ülkeler İngiltere ekonomisinin tekrar düzlüğe çıkması için büyük önem taşıyordu. Zira 1951’de İngiliz petrol stoklarının %82’si (1938’deki %23 ile karşılaştırıldığında) Ortadoğu’dan temin edilecekti ve bu durum İngiltere’nin dış ödemelerini dengede tutacak tek yol olarak görülüyordu.
Ayrıca Ortadoğu stratejik açıdan da çok önemliydi. Zira bu bölgede geniş petrol yataklarının bulunduğu, deniz bağlantılarının yapılabileceği bir geçiş bölgesi ve Afrika’ya kalkan görevi yapan bir alandı. Üstelik Sovyetlerin Batı Avrupa’ya veya İngiltere’ye saldırması durumunda Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülecek bir hava saldırısı için en önemli bölgeydi. Ortadoğu’nun stratejik öneme sahip tek ülkesi ise Mısır idi. Mısır, Ortadoğu’nun coğrafi, askeri ve siyasi merkeziydi ve Ortadoğu’daki İngiliz kuvvetlerinin de doğal üssü durumundaydı. Bu nedenle İngiltere için Mısır’ın güvenliği bütün Ortadoğu’nun ve hatta İngiltere’nin güvenliği ile eşanlamlıydı. Dolayısıyla ne pahasına olursa olsun Mısır özellikle de Süveyş Kanal Üssü elde tutulmalıydı.
Ancak İngilizlere göre Ortadoğu ülkeleri içinde sadece Türkiye, Sovyet saldırılarına karşı koyabilecek güçteydi. Batılı devletler tarafından askeri ve ekonomik olarak desteklenecek güçlü bir Türkiye Sovyet saldırılarına karşı durabilirdi. Dolayısıyla Ortadoğu’daki siyasi, askeri ve coğrafi önemi sebebiyle Türkiye, bölgeyle ilgili yapılacak her türlü anlaşmaya dâhil edilmeliydi. Bu bağlamda İngiltere, Türkiye’nin NATO yerine Ortadoğu’daki savunma projelerine katılmasını istiyordu. İngiliz Genelkurmay Başkanı Slim, Ortadoğu savunmasının Türkiye’nin işbirliği olmadan etkili olamayacağını çünkü Ortadoğu’ya karşı yapılacak Sovyet saldırılarına karşı Türk askerine ihtiyaç duyulacağını belirtti. Ayrıca İngiliz Genelkurmayı, Türkiye’nin NATO üyeliği ile Ortadoğu Komutanlığı’nın yapısını tam olarak anlayamadığını çünkü Türkiye’nin bir yanda NATO’da diğer yanda da Ortadoğu’da görev üstleneceğini belirtmiştir.
İngiltere, Türkiye hariç Ortadoğu ülkelerinin siyasi rejimlerinin güçsüz, yetersiz ve siyasi ve ekonomik olarak istikrarsız olduğunu biliyordu. Bölge ülkeleri şiddete, darbelere, milliyetçilik hareketlerine ve özellikle de İngiltere karşıtı olaylara sahne oluyordu. Dolayısıyla İngiltere ne kendisinin ne de Arap ülkelerinin Ortadoğu’ya yönelecek bir Sovyet saldırısına karşı koyamayacağını biliyordu. Ortadoğu’da 19. Yüzyıl sonlarından günümüze kadar süren mücadele bölgeyi özellikle de bölgedeki enerji kaynaklarını ve yollarını kimin kontrol edeceği meselesidir. Enerji yolları bağlamında karşımıza dört önemli suyolu çıkıyor. Bunlar Türk Boğazları, Hürmüz Boğazı, Bab el-Mandeb Boğazı ve Süveyş Kanalı’dır.
Süveyş Kanalı açıldığı 1869 yılından bugüne kadar önemini korumaktadır. Kanal Avrupa ve Asya arasında en kısa yolu oluşturmaktadır. Önemli ölçüde yakıt tasarrufu sağlamasının yanında asıl önemi zaman tasarrufu sağlamasıdır. Dolayısıyla kanal açıldığı günden bugüne Dünya’da ve bölgede söz sahibi olmak isteyen tüm ulusların dikkatini ilgisini çekmiştir. Ve böylesine önemli stratejik bir suyolunu kontrolleri altında tutmak istemişlerdir. Akdeniz ile Kızıldeniz arasında uzanan bu 163 km yapay suyolunun kuzeyinde yer alan Akdeniz Ortadoğu bölgesini Avrupa’ya oradan da Atlantik Okyanusu vasıtasıyla Amerika kıtasına bağlamaktadır. Kanalın güney ucunda yer alan Kızıldeniz ise yine Avrupa’yı Hint Okyanusuna ve oradan da doğu yarım küreye bağlamaktadır. Dolayısıyla kanalın dünya ticaretindeki yeri ve önemi açıkça görülmektedir.
Ortadoğu bölgesinin enerji kaynakları önemli olmakla birlikte en az enerjinin bizatihi kendisi kadar önemli olan bu enerjinin dünya pazarına ulaştırılması olduğundan bölgedeki suyolları bu bağlamda zaman içinde stratejik bir önem kazanmıştır. Bu stratejik önem bilhassa Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasında zirve noktasına ulaşmıştır. Dolayısıyla ülkeler arasında savaşlara neden olmuştur. Bu bağlamda bu stratejik suyolunu elde etmek ve elde tutmak isteyen ülkeler (İngiltere ve diğerleri) arasında savaş kaçınılmaz olmuştur. Nitekim İngiltere Başbakanı Anthony Eden Süveyş Kanalı’nın İngiltere için önemini “İngiltere’nin nefes borusu-Britain’s windpipe” olarak ifade etmiştir. Yine Anthony Eden 23 Aralık 1929’da Avam Kamarası’nda yaptığı bir konuşmada Süveyş Kanalının İngiltere ve sömürgeleri için önemini şu sözlerle ifade etmiştir:
“Eğer Süveyş Kanalı bizim doğuya açılan arka kapımız ise, Avustralya’nın Yeni Zelanda’nın ve Hindistan’ın Avrupa’ya açılan ön kapısıdır. Eğer metaforlarınızı (mecaz eğretileme) karıştırmayı seviyorsanız aslında İngiliz İmparatorluğunun döner kapısıdır ve eğer ki temaslarımızın gerektiği gibi olmasını istiyorsak bu kapı hiç durmadan dönmelidir.”
Dolayısıyla kanalın güvenliği ve her daim açık olması İngiltere için birinci derecede öncelikli konu olmuştur. İngiltere kanalı elinde tutabilmek için 1882’den 1956’ya kadar her türlü önlemi (savaşı bile) göze almıştır. İngiltere, Hindistan’a giden ticaret yolunu güvenlik altına almak için 1882’de Mısır’ı işgal etti. Çünkü zamanla kanal İngiltere’nin doğu ile yaptığı ticaretin ana damarını oluşturmaya başlamıştır. Dolayısıyla Mısır zamanla İngiliz imparatorluğunun ağırlık noktası-denge noktası haline gelmiştir.
İngiltere bölgeyi kontrol etmek için savaş sonunda Süveyş Kanalı ile Basra Körfezi arasında bir demir yolu inşa etmeyi bile düşünmüştür. Fakat bunun çöl sebebiyle pek uygulanabilir bir proje olmadığı anlaşıldı. Birinci Dünya Savaşı başladığında İngilizler Mısır’ı ve kanalı ellerinde tutabilme endişesi içindeydi. Zira Türklerin er ya da geç Süveyş Kanalı’na saldıracaklarından ve bunun da bir Arap isyanına sebep olabileceğini düşünüyorlardı.
Ayrıca İngiltere, Mısır’ı ve Süveyş Kanalını Avrupalı rakiplerinden (Fransa’dan) korumak ve Yahudilerin sempatisini kazanmak için Süveyş’in doğusunda yani Filistin’de bir Yahudi Yurdu oluşturulmasını da planlamıştır. Böylece Fransa’nın Süveyş Kanalına tehdit oluşturmayacağını düşünmüştür. Yahudi asıllı bir Siyonist olan Herbert Samuel, İngiltere’nin Süveyş’in doğusunda kurulacak bir Yahudi Yurdunu desteklemesiyle Süveyş Kanalı üzerindeki kontrolünü tehdit edebilecek düşman yabancı güçleri bu bölgeden mahrum bırakabileceğini söylemiştir. Ayrıca “Fransa ile şu anda olan mutlu ilişkilerimizin sonsuza kadar süreceği varsayımıyla ilerleyemeyiz” diyerek meslektaşlarını uyarmıştır. “Avrupalı bir komşuyla Lübnan’da paylaşılan bir sınır, El Ariş’teki ortak bir sınıra göre İngiliz İmparatorluğunun hayati çıkarları için çok daha az risk taşır” diye de eklemiştir.
Fransızlar, İngiltere’nin ne yapmak istediğini pek anlamamışlar ve İngilizlerin bu fikrine gülüp geçmişlerdir. Filistin’de Yahudilere bir yurt kurulmasının hiçbir amaca hizmet etmeyeceğini düşündüler. Savaş sırasında hava gücünün önemini ve gelişimini göz önünde tutan İngiltere, Filistin sınırını mümkün olduğunca Kuzeye doğru (Süveyş Kanalından yaklaşık 320 km) genişletmek istemiştir. Böylece Süveyş Kanalını ileride Kuzeyden gelebilecek hava saldırılarına karşı da korumak istemiştir. İngiltere, Filistin’i Suriye ve Lübnan’a yerleşen Fransa ile arasında ileriki yıllarda çıkabilecek sorunlara karşı adeta bir tampon bölge gibi düşünmüştür. Savaş sonunda Filistin, Irak petrolünün boru hattı ile Akdeniz’e akış kapısı olarak İngiltere için stratejik bir önem kazanmıştır. Bu durum İngiltere’nin Filistin’den kolay kolay vazgeçmeyeceğini de ortaya koymuş oldu.
İmtiyaz Sözleşmesi ve Kanalın Yapılması
19. yüzyılın ikinci yarısında Mısır’ın kaderi 1854’de Mısır valisi Said Paşa’nın Fransız mühendis Ferdinand de Lessep’e Akdeniz’den Kızıldenize’e bir kanal açma imtiyazı veriği zaman çizilmiştir. Nitekim verilen imtiyaz Mısır adına tam bir felaketle sonuçlanmıştır. Kanalın açılmasından en kazançlı çıkan taraf Uzakdoğu’da sömürgeleri bulunan ve zamanın en büyük deniz ticaret ülkesi olan ingiltere olmuştur. Bu yeni suyoluyla Londra-Bombay arası yarı yarıya azalmıştı ve 1881’de kanal trafiğinin %80’ini İngiltere oluşturuyordu. Başlangıçta kanalın açılmasına şiddetle karşı çıkan İngiltere, 1875’de hidiv İsmail’in Süveyş Kanal Şirketindeki %44 hissesini 4 milyon sterlin karşılığında satın alarak şirketin önemli hissedarlarından biri haline gelmiştir.
Ancak İngiltere yapım aşamasında projeye karşı çıkmıştır. İngiltere, kanalın açılmasından en fazla etkilenecek devvetti ve doğu’da ticari ve siyasi bir takım çıkarları vardı. Kanal açılırsa Doğu ile iletişim artacaktı. Ancak İngiltere’yi bu işte endişendiren, başka devletlerin de bu yolu kullanarak Doğu’daki konumuna zarar verme ihtimaliydi. Fakat zaman içinde olaylar İngiltere’yi önce Mısır’da kanal hisselerine ortak etti ve daha sonra da Mısır’ı ele geçirmesine neden oldu. Tüm bu olaylar yaşanırken de Osmanlı Devleti, Mısır ve Fransa ile inişli-çıkışlı politikalar izledi. Mesela 1855’de Başbakan olan Palmerston kanalın açılmasına şiddetle karşı çıkmıştır. Palmerston’un kanalın açılmasına karşı olması Mısır’da İngiliz çıkarlarının zarar göreceği endişesinden kaynaklanıyordu. Palmerston, “eğer kanal yapılırsa, İngiltere Mısır’ı almak durumunda kalacaktır. Ben, Mısır’ı İngiliz İmparatorluğuna dahil etmekte istekli değilim” diyecektir. Yine başka bir açıklamasında Palmerston, “Biz Mısır’ı istemiyoruz. İngiltere’nin kuzeyindeki ve güneyindeki akıl sahibi hiç kimse bunu istemez. Biz yol üzerinde sahip olabileceğimiz noktalar istiyoruz. Bu yerler çok iyi korunumlu, daima ulaşılabilir ve iyi donanımlı olmalıdır”.
Palmerston kanal yapılmasına karşı çıkışını bir başka açıklamasında ise şu şekilde dile getirmiştir: “Açıkça söylemem gerekir ki bu meselede ticaretimizi ve denizciliğimizi kaybetmekten korkuyorum. Bu kanal bütün milletlere bizimle eşit bir biçimde denizcilik yapma şansı verecektir. Aynı zamanda eklemem gerekir ki Fransa’nın planlarından endişeliyim. Kuşkusuz ki biz şu anki Fransız İmparatoruna güveniyoruz ve onu biliyoruz peki ondan sonra gelecek olan hakkında kim garanti verebilir?” Zira Palmerston’a göre, Akdeniz ile Kızıldeniz arasında açılacak bir kanalın “bütün sorunlarıyla birlikte ikinci bir boğaz” demekti. Palmerston 1865’de ölene kadar bu düşüncesini değiştirmedi.
Süveyş Kanalı dünyanın en önemli suyollarndan biridir. Özellikle insan eliyle yapılan en önemli kanalların başında gelmektedir. Akdeniz ile Kızıldeniz’in yakınlığı ve arazinin uygun olması nedeniyle Firavunlar döneminden beri kanal yapılması kounusnda birçok tasarı ve hatta grişim olmuştur. Akdenizi Kızıldenize bağlama fikri ilk çağa kadar uzanmaktadır. M.Ö. 14. Yüzyılda Firavun II. Ramses Kızıldenizden Timsah gölüne kadar olan alanda diğer küçük göllerden yararlanarak bir kanal açtırmış, ancak sonradan kumların istilasına uğrayarak kullanılmaz hale gelen kanal M.Ö. 6. Yüzyılda yine Firavunlar tarafından kazdırılmışsa da tamamlanmadan terk edilmiştir. Aynı kanal önce Roma daha sonra Hz. Ömer döneminde yeniden onarılarak 8. Yüzyıla kadar kullanılmıştır. Ardından uzun bir süre I. Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgali sırasında başlatmış olduğu kanal açma çalışmalarına kadar ciddi bir faaliyette bulunulmamıştır.
Ancak Süveyş Kanalını Modern dünyaya kazandıran Fransa’sız mühendis Ferdinand de Lessep’dir. Kanal tamamen Ferdinand de Lesseps’in eseridir. Başka bir deyişle eğer Fernidand de Lesseps olmasaydı Kanal da olmazdı, gerçi daha sonra kesinlikle inşa edilirdi. Ferdinand de Lesseps 30 Kasım 1854’de Mısır Valisi (Vekili) Said Paşa’dan Akdeniz ile Kızıldeniz arasında kanal inşası ve bu kanalı işletmek üzere uluslararası bir şirketin kurulması için imtiyaz elde etmiştir. Ancak bu imtiyaz sözleşmesi 5 Ocak 1956’da yenilenmiş ve şirket ile Mısır Hükümetinin karşılıklı hak ve sorumlulukları daha detaylı olarak belirlenmiştir. Ancak bu imtiyaz sözleşmesi Osmanlı Padişahı tarafından da onaylanması gerekiyordu. Kanalın açılmasına karşı olan İngiltere bu onayı en az on yıl geçiktirmiştir.
İngiltere’nin muhalefetine rağmen yılmayan de Lessep 30 Ocak 1966’da Hidiv İsmail’den yeni bir imtiyaz hakkı elde etmiş ve bu imtiyaz sözleşmesi de 19 Mart 1866 yılında Osmanlı Padişahı tarafından onaylanmıştır. İlk kazmanın vurulduğu 1859’dan sonra kanalın yapımı tam on yıl sürmüştür. Kasım 1869’da Süveyş Kanalı’nın büyük bir törenle açıldığını görme zevkini yaşadıktan, altı yıl sonra, Hidiv İsmail öylesine bir mali krize girmişti ki sahip olduğu hisselerinin %44’ü için müşteri aradığı bir sırada, o güne kadar kanal’ın iptali için elinden gelen her şeyi yapmış olan İngiltere bu şansı kaçırmadı.
Başbakan, Benjamin Disraeli, Dışişleri Bakanı ve Maliye Bakanı’nın karşı çıkmasına aldırmadan, hemen Rothschilds’den 4 milyon sterlin alarak hisseleri satın almıştır. Bu başarılı hareket popüler hayali uyandırmış ve İngiltere’de basın adeta çıldırmıştır. The Times Gazetesi 27 Kasım 1875 tarihinde “Her sorunun kararı bu ülkeye ait olacaktır, ister bilimsel, finansal ya da politik olsun; yönetim ve müzakere bizim ellerimizde olacak ve biz güce sahip oldukça, dünyanın önünde sorumluluk sahibi olacağız” demiştir. Atılan manşetlerin bazıları şöyleydi: “Bir İngiliz ‘kendi kanosunun küreğini’ kendi kanalında çekebilecek olmanın gururunu yaşayabilir”; “Alsas-Loren Almanya için ne kadar önemli ve gerekliyse Mısır’da İngiltere’ye için o kadar önemi ve gereklidir”; “Kanal’ı elimizde tutarak ‘Türkiye ve Mısır’ı da avuçlarımızda tutuyoruz”; “Akdeniz bir İngiliz gölüdür ve Süveyş Kanalı Thames ve Mersey nehrinin diğer adıdır”. Disraeli ise Kraliçe’ye “Kanal’ın İngiltere’ye ait olması gerektiği şu kritik anlarda Majestelerinin otoritesi ve gücü hayati önem taşımaktadır” diye yazarak itaatsiz gibi görünmekten kurtulmuştur.
Bu anlık yorumlar devam eden metaforları belirledi. Olan bitenlerin tasviri her ne ise oldukça yanıltıcıydı. Kanal Şirketi hiçbir zaman kanal’ın sahibi olmadı. Kanal Osmanlı toprağı, sonradan da Mısır toprağı olarak kaldı. Ayrıca şirket Kasım 1968’e kadar Kanal’ı işletme imtiyazına sahipti. İngiltere’nin hisselerin yüzde kırk dördünü satın alması şirketi devralması anlamına gelmemekteydi. İngiltere Hükümeti otuz iki kişilik kuruldan sadece üç yöneticiyi yetkilendirdi. İngiliz gemileri 1883 yılına kadar en geniş kullanıcılar değildi, rakip bir İngiliz kanalı inşa etme konusunda yaşanan büyük bir kavga ve tehditden sonra, İngiliz özel gemi sahipleri için yedi ek sandalye daha rezerve edildi.
Süveyş Kanalının açılması yüzyıllardan beri kapalı bir iç deniz halinde bulunan Akdeniz’i açık deniz haline getirmiştir. Doğu Akdeniz’in stratejik öneminin artması ile bölge, sömürgeci devletlerin rekabet alanı haline gelmiştir. Hindistan, İngiltere’nin kontrolüne girdikten sonra İngiliz emperyal sisteminin temel taşı ve can damarı olmuştur. İngilizler, Hindistan’ı koruyabilmek için Atlantik kıyılarından Hint Okyanusuna kadar stratejik noktalara sahip olmak istemiştir. Napolyon savaşları (1789-1814) sonrasında Hollanda’dan Cape Kolonisini almalarıyla Hindistan’a giden eski yola sahip olmuşlardı. Akdeniz yoluyla Doğu’ya akan ticaretin güvenliğini sağlamak için de ilk önce 1714’de Cebelitarık’ı, 1800’de Malta’yı, 1839’da Aden’i, 1878’de Kıbrıs’ı, 1880’de Bahreyn’i, 1882’de Mısır’ı, 1884’de Somali’yi, 1891’de Muskat’ı, 1898’de Sudan’ı ve nihayet 1899’da Kuveyt’i kendisine bağlayarak Hindistan’a giden yolu güvence altına almak istemiş ve böylece kanalı dört yönden çevirmiştir. Bu çerçevede Akdeniz ve Kızıldeniz adeta bir İngiliz gölü haline gelmiştir.
İngiltere için kanalın açılmasıyla önceliklerde değişmiştir. Kanalının açılması boğazları ikinci plana itti. Kanalla beraber, İngilter siyasetinin merkezi İstanbul’dan Nil’e kaymıştır. Hindistan’a giden yolda Kahire artık İstanbul’a göre İngiliz çıkarlarına daha yakındı. Aslında İngiltere için Mısır’dan çok Süveyş Kanalının bizzat kendisi önemli olmuştur. Daha açık ifade etmek gerekirse kanalın açılması ile İngiltere’nin Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünü terk etmesi arasında doğrudan bir ilişiki olduğu açıktır. Genel olarak kabul edilen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı bunun görünürdeki sonucunu teşkil etmiştir.
Kanalın yapılması Mısır’a ciddi bir mali yük getirmiş ve hatta iflasına neden olmuştur. Oysa kanalın açılmasıyla Mısır’ın daha zengin ve bağımsız olacağı düşünülmüştü. Onca uğraş ve onca para sarfına karşılık Süveyş Kanalı Mısır’a değil; büyük devletlere hizmet eden bir suyoluna dönüşmüştür. Ayrıca kanal dünya ticaret yollarının da değişmesine neden olmuştur. Ümit Burnu eski önemini kaybetmiştir. Mısır’ın 19. Yüzyıl tarihinde birçok değişim, girişim, plan ve hayal vb. olmakla birlikte öne cıkan sadece iki sembol vardır. Bu sembollerden birincisi Mehmet Ali Paşa diğeri ise Süveyş Kanalıdır. Bu sembollerden ilki bağımsız Mısır’ı akıllara getirirken diğeri ise sömürülen Mısır’ı akla getirir.
1882’de İngiltere’nin Mısır’ı işgal etmesi
Süveyş Kanalı açıldıktan sonra İngiltere için iki durum ortaya çıkmıştı ve bunlaradn birisini seçmek zorunlu hale geldi. Ya Mısır’ı kendi kontrolü altına alacaktı ya da büyük güçlerle var olan çekişmelerine bir yenisini ekleyecekti. Ve İngiltere birinci yolu seçti. Yani İngiltere Uzakdoğu’daki sömürgelerine giden yolu korumak için 19 Eylül 1882’de Mısır’ı işgal etmiştir. Bu olay Emperyalist Disraeli’nin yönetimi altında değil, anti-emperyalist Gladstone’un yönetimi altında gerçekleşmiştir. Ancak Mısır’dan çıkmak İngilizler için girmekten daha zor olmuştur. “Geçici” denen işgal tam 74 yıl sürdü. 1882-1907 tarihleri arasında Mısır’dan çıkacaklarına dair tam 120 açıklama yapmışlardır. Tarihçi A.J.P. Taylor, “İngiltere defalarca geri çekilme sözü verdi ve bunu 1882-1922 arasında tam 66 kez tekrarladı”, diyecektir.
1882’de İngiltere’nin Mısır’ı işgali modern çağın en önemli sömürgecilik olaylarından biridir. Bu olay 20. Yüzyılın ilk yarısında Mısır ve İngiltere’nin politikalarını etkileyen anti-emperyalist milliyetçi hareketlerin odak noktası olmuştur. İngiltere, Mısır’ı Süveyş Kanalını güvenceye almak, Mısır’ın siyasal ve mali istikrarını sağlamak, çağın imparatorluk yarışması bağlamında da ülkeyi daha önce Fransa’ya kaptırmamak için işgal etmiştir.
Bu işgal, ilk büyük Mısır milliyetçiliğinin yükselmesine de neden oldu. Bu yükselişten kahraman olarak yerli bir Mısırlı subay, Albay Ahmet Arabi çıkmıştır. Arabi Paşa Nasır’ın gözünde bir öncüydü. Mısır’ın ilk milliyetçi kahramanı olarak kabul edilen Ahmet Urabi, orduda albay rütbesine yükselmiş köy kökenli bir Mısırlıydı. Urabi hareketi, subaylar arasında nispeten önemsiz bir olayla başladı. Albay Urabi ve bir grup Mısırlı subay, 1881’de köy kökenli Mısırlıların erlikten yükselerek subay statüsüne geçmelerini önleyecek bir yasayı protesto ettiler. Urabi’nin ordunun büyük kısmınca desteklendiği ortaya çıkınca hidiv Tevfik yasayı geri çekti. Ancak hareket orada durmadı ve milli bir kampanyaya dönüştü. Urabi hareketi, İngiltere ve Fransa adına bir tehditti. 1882’de İskenderiye’de yabancı aleyhtarı bir gösteri yapılması üzerine İngiliz hükümeti, İskenderiye açıklarındaki filo komutanına kenti bombalama yetkisi verdi. Ağustos 1882’de kanal bölgesine bir İngiliz birliği çıkarıldı. İngiliz güçleri 13 Eylül 1882’de Urabi’nin ordusunu Tel el Kebir’de yenilgiye uğrattı ve Urabi’de iki gün sonra yakalanınca, başlattığı hareket sora erdi. Böylece Mısır’da 1956 yılına kadar sürecek olan bir İngiliz işgali başlamış oldu. Neticede Fransızların projesi böylece İngilizlerin menfaatlerine hizmet etmiş oldu.
1888 İstanbul Sözleşmesi
Süveyş Kanalının uluslararası statüsünü belirlemek üzere dokuz ülke (İngiltere, Fransa, Rusya, Türkiye, Almanya, İspanya, İtalya, Hollanda ve Avusturya-Macaristan) 29 Ekim 1888 yılında İstanbul’da bir araya gelerek bir sözleşme imzaladı. 1888 İstanbul Sözleşmesi olarak anılan bu sözleşemenin birinci maddesine göre Süveyş Kanalı barış ve savaş zamanlarında tüm ülkelerin savaş ve ticari gemilerinin geçişine açık ve serbest olacaktı. Ancak Birinci Dünya Savaşı ile birlikte kanaldan serbest geçiş ilkesi tartışmalı hale gelmiştir. Zira İngiltere ve Fransa 1888 anlaşmasına aykırı olarak kanalda askeri tedbirler almışlardır. Böylece 1888 anlaşmasının böylece ihlal edilmesi üzerine Osmanlı Devleti 1915’de Süveyş Kanal bölgesini savaş alanı olarak ilan etmiştir.
Almanlara göre burası İngiliz İmparatorluğunun can damarıydı. Hindistan, Avustralya ve Yeni Zelanda’dan gelecek birlikler buradan geçecekti. Burası Asya ve Avustralya ticaret yolunun en hassas bir noktası, kıtaları birbirine bağlayan bir noktaydı. Süveyş Kanalı, bir geçiş hattı olarak çok değerli bir bölgeydi. Kanal, savaş sırasında muhtemel bir hareket üssü olmak üzere stratejik bir öneme sahipti. Kanal güvenliği sağlanırsa Mısır korunacak ve İngilizlerle bir savaş halinde Osmanlı devletinin denizde daha güçlü konumda olmasını sağlayacaktı.
İngiltere’nin Mısır’ı ilhak etmesi
Birinci Dünya Savaşında İngiliz askeri stratejisi iki unsura dayanmaktaydı: Hindistan yolunu ve İran’ın petrol yataklarını korumak. Birincisi, İngiliz politikasının kilit taşıydı; ikincisi de, 1912’de İngiliz donanmasının kömürden petrole dönmesiyle aynı derecede önem kazanmıştı. İngiliz kaynaklarında “The Raid on the Suez Canal” ya da “Actions on the Suez Canal” diye geçen Birinci (Süveyş) Kanal Harekatı 26 Ocak-4 Şubat 1915 tarihleri arasında meydana geldi ve Osmanlı ordusunun yenilgisiyle son buldu. Ocak 1915’de Cemal Paşa 20 bin kişilik Osmanlı ordusunu Sina yarımadasından geçirerek Süveyş Kanalına saldırdı ve saldırısını, Osmanlı devletinin kendi topraklarını savunma hakkını hiç hesaba katmadan, sadece İngilizlerin 1888 İstanbul Antlaşmasını ihlal ettikleri gerekçesiyle meşrulaştırdı.
Cemal Paşa’nın Mısır’daki hazırlıksız İngiliz savunmasına karşı bir saldırı düzenleme fikri, askeri açıdan doğruydu ancak koordinasyon zayıf olduğundan Osmanlı birlikleri kanalı geçemeden geri püskürtüldü. İngilizler Kanal’ı ana savunma hattı olarak kullandılar ve Cemal Paşa’nın az daha başarılı olacağı korkusuyla Mısır’a büyük çaplı bir askeri yığınak yaptılar. Nitekin Lord Lloyd (1929’da) Avam kamarası’nda yaptığı bir konuşmada “Süveyş Kanalı’nın ekonomik ve yeterince savunulacağı tek yer, Kahire’dir” diyecektir.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla İngiltere, 18 Aralık 1914’de Mısır’ın kendi himayesi altında olduğunu açıkladı, ülkede sıkıyönetim ilan etti ve II. Abbas’ın yerine çok daha kolay idare edebileceği amcası Hüseyin Kamil’i sultan unvanıyla başa getirdi. Böylece Süveyş Kanalı ve Mısır 1914’den sonra bir İngiliz toprak mülkü gibi işlev gördü ve İngiltere İstanbul Antlaşmasının neredeyse her maddesini ihlal etti. Osmanlı devleti savaşa girince İngiltere’nin Mısır’da ki pozisyonu tehlikeli hale geldi. Çünkü İngiliz garnizonu küçüktü ve Osmanlı kuvvetleri Kanal Bölgesini işgal edebilirdi. Mısır’daki İngiliz Kuvvetleri Komutanı Sir John Maxwell, İskenderun’da küçük bir çıkartma yapmanın Mısır’a karşı herhangi bir Osmanlı saldırısının önüne geçebileceğini düşünüyordu. Maxwell’in düşüncesine göre, böyle bir keşif harekâtı Türkiye ile Suriye arasındaki demiryolu bağlantısını kesebilir ve Kilikya’yı işgal altında tutabilirdi. Maxwell’e göre İskenderun’da yapılacak bir şaşırtma harekâtı “en kolay, en güvenli ve sonuçları en verimli ayrıca da çok geniş güç istemeyen” bir harekât olacaktı. Bu konuda Kitchener’ı ikna etmeye çalıştı.
Ancak, küçük bir kuvvet gerektirse de Kitchener’a göre Batı cephesinden kuvvet kaydırılmasının Fransa’da ki İngiliz kuvvetlerinin güvenliğini tehlikeye sokabilirdi. Böylece Maxwell’in planı o dönem rafa kaldırıldı ve onun yerine Gelibolu seferi başladı. Fakat Gelibolu seferi başarısız olunca, İskenderun projesi tekrar gündeme geldi. Yine Maxwell, projeyi Kitchener’a sundu ve yine Mısır’ı korumak için en iyi yolun bu olduğunu konusunda Kichner’ı ikna etmeye çalıştı. Kitchener’ın Kasım 1915’te Mısır’a geldi ve bu defa Maxwell’in görüşlerini kabul etti. Ancak İngiliz Genelkurmay’ı Mısır’ı savunmak için İskenderun’a çıkarma yapmanın akıllıca olduğu konusunda şüpheciydi. Geçen Şubat’ın tecrübesi, yani Şubat 1915’de Süveyş Kanalına saldıran Osmanlı birliklerinin yenilmesi, Osmanlı devleti için bu saldırıyı tekrarlamanın çok maliyetli ve çok anlamsızca olacağını düşünmekteydiler. Diğer taraftan İskenderun seferi 100.000 asker gerektirebilirdi ki bu askerlerin Batı Cephesinde değerlendirilmesi daha iyi olurdu çünkü “bir düşmanın alaşağı edilmesiyle bu savaş başarılı bir sonuca ulaşabilir ve bu düşman da: Almanya” idi. Ayrıca Fransız Hükümeti de böyle bir harekâta karşıydı. Zira böyle bir harekât teklif edildiğinde henüz Sykes-Picot Antlaşması sonuca bağlanmamıştı ve Fransızlar operasyon yapılacak bölgeyi kendi çıkar alanları gibi görüyorlardı. Sonunda İskenderun’a çıkarma yapma projesi rafa kaldırıldı. Bunun üzerine İngilizler Mekke Şerifi Hüseyin’e daha da yaklaşmaya başladı. Amaçları Osmanlı Sultanına karşı onu isyana ikna etmek ve böylelikle Osmanlı devletini daha fazla meşgul ederek onun saldırı gücünü zayıflatmaktı. Şerif Hüseyin’e yaklaşmak Kitchener’ın fikri idi.
İngiltere Birinci Dünya Savaşından en karlı çıkan devlet olmuş hatta Ortadoğu’da en büyük payı almış olmakla bölgenin egemen devleti haline gelmiştir. İngiltere’nin bölgedeki hakimiyet alanı Libya sınırından Hayfa’ya kadar uzanan bütün Akdeniz kıyısını kapsamıştır. Bu savaş sonunda genişleyen hakimiyet alanı İngiltere için Ortadoğu politikasında yeni ve öenmli bir faktör olmuştur. Ortadoğu’da kurulmuş olan bu düzen İngiltere’ye siyasi, askeri ve iktisadi alanlarda büyük üstünlük ve yarar sağlamıştır. Bundan sonra İngiltere bölgedeki çıkarlarını sürdürecek politikalar üretirken bölge halkı da İngiltere sömürgesinden kurtulmanın çarelerini arayacaktır.
Birinci Dünya Savaşı Sonrasında İngiltere-Mısır ilişkileri (1919 İsyanı, Vefd Partisi ve 1922 Bağımsızlık ilanı)
Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’nin Mısır’da kontrolü elinde tutma ve Irak’ta bir manda sistemi kurma çabaları yaygın bir halk direnişiyle karşılaşmıştı. İngiltere iki ülkede de isyanları bastırmış olmakla birlikte, bunun maliyeti çok yüksekti ve daha fazla sürdürülemezdi. İngiltere bunu üzerine anlaşmayla imparatorluk adı adı verilen bir ittifak sistemi formüle etti. Bu sistem Mısır ve Irak’a iç işlerini istedikleri gibi yürütecek özgürlükle birlikte sınırlı bir bağımsızlık verilecekti. Ama her iki devlet de topraklarında İngiliz askeri üslerinin bulunmasını ve İngiltere için kabul edilebilir olan bir dış politika yürütmeyi kabul edeceklerdi. Böylece İngiltere, gerekli stratejik ihtiyaçlarını ülkeleri doğrudan yönetme masraflarını yüklenmeden karşılamış olacaktı. Ancak bu sistemin milli egemenliğin tam olarak kullanılmasına getirdiği kısıtlamalar, yerel siyasal liderler ile İngiltere arasında hep bir çatışma kaynağı olarak kaldı ve dönem boyunca sürekli bir gerginlik yarattı. Mısır Birinci Dünya Savaşında savaş alanı olmamışsa da, halkı savaş yıllarında büyük sıkıntılar yaşamıştır. İngilizlerin Mısır’ı hem Gelibolu hem de Suriye harekatları için çıkış noktası yapması, ülkenin maddi ve insan kaynaklarının savaş çabalarına hizmet etmesine neden olmuştur.
Savaşın bitmesiyle ve kendi kaderini tayin etme ilkesi hakim olunca, Mısırlı milliyetçiler, Vefd Partisi olarak birlik oldular ve ‘geçici işgal’ in sona ermesini istediler. Kasım 1918’de büyük toprak sahibi ve hukukçulardan oluşan yedi ileri gelen Mısırlı, hedefi Mısır’ın tam bağımsızlığı olan Vefd Partisini kurdular. Başında Saad Zaglul’un bulunduğu Vefd 1919 yılı başlarında tam bağımsızlık için Mısır turuna çıktı. Ancak İngilizler Mart 1919’da Zaglul ve arkadaşalarını tutuklayıp Malta’ya sürdü. Bu olay Mısır halkının bastırılmış duygularının patlamasına yol açtı ve Vefd adına bir destek kampanyası başladı. İngilizler bu gösterileri güç kullanarak dağıtmaya çalışınca ülke çapında 1919 devrimi denen bir isyan başladı. Sonunda İngiliz Yüksek Komiseri General Allenby’nin Zaglul ve arkadaşlarına Paris Barış Konferansına katılmasına izin vermesiyle isyan sona erdi. Bu olaylardan sonra İngiltere tek taraflı olarak 28 Şubat 1922’de Mısır’ın “bağımsız ve egemen bir devlet” olduğunu, Sultan Fuad’ın da Mısır Kralı olduğunu ilan etti. Ancak İngiltere Mısır’da iletişimin güvenliğinden, yabancı saldırısı ya da müdahalesi durumunda Mısır’ı savunmaktan, Mısır’daki yabancı çıkarlarını ve yabancı azınlıkların korunmasından ve Sudan ile gelecekteki statüsünden sorumlu olacaktı. Kahire’de 1925-1929 arasında İngiliz Yüksek Komiserliğini yapmış olan Lord Lloyd: “Bir ülkeye bağımsız olduğunu söylemek aynı zamanda da bir işgal ordusunu muhafaza etmek sadece bir çelişki değil sahtekarlıktır da” demiştir.
1936 İngiltere-Mısır Antlaşması
İkinci Dünya Savaşı arefesinde Akdeniz’de ve Afrika’da İtalyan yayılmacılığı ortaya çıkınca İngiltere 1936’da Mısır ile bağımsızlığı tanıyan bir antlaşma imzaladı. Ancak antlaşma maddeleri arasında İngiltere’nin Süveyş Kanalı bölgesindeki askeri varlıklarını koruması ve bir saldırı durumunda Mısır’ı savunma hakkı olduğu yer almaktaydı. Bu durumda İngiltere, 1922 deklarasyonundaki avantajlarını/haklarını korumuş oldu. Tek fark, 1936 antlaşmasının seçimle iş başına gelmiş Vefdçi bir hükümet tatafından imzalanmış olması ve böylece Mısır topraklarında İngiliz askerlerinin bulunmasına resmen izin verilmiş olmasıydı.
1936’da imzalanan İngiltere-Mısır Antlaşmasına göre her iki taraf da Mısır’ın bölgeyi savunabileceği konusunda anlaşana kadar İngiltere Süveyş Kanalı Üssü’nde 10 bin asker ve destek personeli ile birlikte 400 pilot bulunduracaktı. Ancak bu antlaşmanın içerdiği sömürgecilik düzeni savaş sonrasında Mısır halkında milliyetçiliğin artmasına neden oldu. Yönetime gelen her Mısır Hükümeti, İngiliz askerlerinin Mısır’dan ve Sudan’dan tamamen çekilmesini ve Sudan’ın Mısır ile birleşmesini savunmuştur. 1936’da ülkenin bağımsızlığının sembolik olarak tanınması ve 1937’de Milletler Cemiyetine girmesine karşılık, kanal bölgesinde İngiliz askeri varlığı, kriz zamanlarında Mısır’ın yönünü Kahire’nin değil Londra’nın belirleyeceğini göstermekteydi.
İkinci Dünya Savaşı Sırasında İngiltere-Mısır ilişkileri
İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere Mısır’ı Akdeniz savunmasının merkezi yaptı. Kral Faruk 1942’de Mihver sempatizanı Ali Mahitr’in başkanlığında bir hükümeti iktidara getirmek istedi. Ancak Rommel’in orduları İskenderiye’yi vuracak kadar yaklaşmışken İngiltere buna razı olmadı. İngiltere bu kriz durumunda kendisiyle işbirliği yapacak olan Mustafa Nahhas başkanlığında bir Vefd hükümetinin kurulmasını istedi. Bunun üzerine 4 Şubat olayı denen bir hadise yaşandı. İngiltere Büyükelçisi Sir Miles Lampson İngiliz Hükümetinin görüşünü bildirmek üzere 4 Şubat’ta Kral Faruk’un sarayına gitti. Ancak gitmeden önce İngiliz tank ve askerlerinin namlularını Abidin Sarayına çevirmelerini emretti. Sonra da Kral Faruk’a bir ültimatom verdi: Kral Faruk’a ya Vefd partisine hükümeti kurma görevi vermesini ya da tahtan feragat edmesini istedi. Tabiki Kral Faruk birincisini tercih etti. Ancak bu durum Vefd partisi için hiç de iyi olmadı. Parti bir kere daha milliyetçi ilkelerini terk etmiş ve siyasal iktidar için İngiltere ile işbirliği yapmıştı. Bundan sonraki on yıl içinde Vefd bu olayın sonuçlarını yaşadı. 1919 bağımsızlığının tartışmasız şampiyonu olan Vefd, Mısır halkının gözünde artık İngilizlerle işbirliği yapmış, yozlaşmış bir seçkinler partisi olarak görünmeye başladı. Nitekim bu durum ülkede 1952 devrimine kadar sürecek olan syasal bir kaos yaşanmasına neden oldu.
1956 Süveyş Krizi ve Savaşı
1952’den 1967’ye kadar olan dönemde Cemal Abdül Nasır, Arap dünyasının olmak istediği her şeyi simgeliyordu. Kararlı, bağımsız ve imparatorluk geçmişinden kurtarılmış, parlak Arap geleceğine yönelik yeni bir toplum inşa eden kişi. Onun girişimleri diğer Arap devletlerinde kopya edilmekteydi ve öylesine baskın bir kişiliği vardı ki, Nasırcılık ve Nasırcılar gibi terimler siyasal sözlüklere girmişti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında 1936 antlaşmasını yenilemek için süren çabalar nihayet 1954’de sonuç verdi. İmzalanan yeni antlaşmayla, İngiltere’nin yirmi ay içinde Süveyş Kanalı Üssündeki askerini çekmesi kararlaştırıldı ve bu Nisan 1956’da gerçekleşti. Ancak antlaşmaya göre herhangi bir yabancı devletin bir Arap Birliği Ddevleti’ne ya da Türkiye’ye saldırısı halinde İngiltere’nin üsse tekrar yerleşme hakkı vardı.
Nasır’ın Eylül 1955’de Çekoslovakya’dan silah alması, Mayıs 1956’da Çin Halk Cumhuriyetini tanıması İngiltere ve Amerika’yı önemli ölçüde rahatsız etmiştir. Amerika 19 Temmuz 1956’da Assuan Barajı için önceden söz vermiş olduğu kredi teklifini geri çekti. Nasır buna dramatik bir misillemeyle karşılık verdi ve 26 Temmuz’da Süveyş Kanalını millileştirdi. Zira Kanal Batı sömürgeciliğinin sembollerinden biriydi. İngiltere ve Fransa’nın bu karara tepkisi sert oldu. İngiltere başbakanı Anthony Eden, Nasır’ın kanalı millileştirmesinin bir hırsızlık olduğunu söyledi ve kendisine dersini vermek gerektiğinden söz etti.
Nasır’ın 1888 İstanbul antlaşmasının öngördüğü şekilde kanaldan serbest geçişin devam edeceğini ve Mısır’ın bütün uluslararası taahütlere bağlı kalacağını açıklamasına rağmen İngiltere, Fransa ve Amerika 2 Ağustos’ta yayınladıkları bildiri ile 1888 antlaşmasına taraf olan ve kanalı kullananların davet edildiği 22 ülkenin katılımı ile 16 Ağustos’ta Londra’da bir toplantı yapılması istenmiştir. Konferansta sunulan birçok öneriden biri olan ABD Dışişleri Bakanı Dulles’ın önerisi Mısır’ın egemenliğini ve kanaldan serbest geçiş ilkesini vurguamakla beraber pratik sonuçları açısından kanalın idaresini Mısır’dan alıp uluslararası bir organa veriyordu.
Pakistan, Türkiye, İran ve Habeşistan tarafından yapılan tekliste (Beş Devlet Planı) adını alan ancak öz itibariyle “Dulles Planı” Londra Konferansına katılan 18 devlet (Mısır ve Yunanistan’ın katılmadığı) tarafından kabul edilmiştir. Ancak Mısır’ın kanal üzerindeki egemenlik hakkından vazgeçmemesi ve uluslararası denetimi kabul etmmemesi üzerine 18 devlet 19-21 Eylül 1956’da Londra’da tekrar toplanarak “Kanalı Kullananlar Birliği” adı altında bir kuruluşun oluşturulmasına karar vermişlerdir. Ancak bu karar 13 Ekim’de BM Güvenlik Konseyinde Sovyetler Birliğinin vetosuyla reddedilmiştir.
Krizi anlaşmayla çözme çabaları sürerken İngiltere, Fransa ve İsrail, Mısır’a karşı ortak bir askeri harekat için gizli bir anlaşma yaptılar. Tarafların harekatı onaylamak için kendi sebebi varsa da ortak istekleri Nasır’ı devirmekti. İsrail anlaşma gereği 29 Ekim 1956’da Mısır’a saldırdı. Ertesi gün İngiliz ve Fransız birlikleri Süveş Kanalına çıktı. 6 Kasım’da BM kararı ile saldırı durduruldu. Bu saldırı hem Amerika hem de Sovyetler Birliği tarafından kınandı. İngiltere ve Fransa Aralık ayında kuvvetlerin çekti ve İsrail’de Mart 1957’de Sina yarımadasını boşalttı. Kanal 10 Nisan 1957’de tekrar uluslararası trafiğe açıldı.
Süveyş savaşına katılanların hepsi açısından önemli sonuçları oldu. Mısır’ın askeri yenilgisi Nasır adına siyasal bir zafere dönüştü. Nasır devrileceği yerde krizden bir Mısır ve Pan-Arap kahramanı olarak çıktı. İki eski imparatorluk devleti karşısında dimdik durmuştu ve Amerika ile Sovyetler Birliği Mısır’ın egemenliğini savunmuşlardı. Sonunda Süveyş Kanalı Mısır’ın elinde kaldı. Araplar arasında Sovyetler Birliği’nin itibarı arttı.
Süveyş savaşında en çok zarar gören İngiltere oldu. İngiltere eski dönemlerin emperyalist taktiklerine başvurmakla kalmamış, askeri operasyondan kendisinden daha güçlü iki süper gücün baskısıyla vazgeçmek zorunda kalmıştı. Times Gazetesi, Başbakan Anthony Eden’in Mısır’ı işgali için şöyle yazıyordu: “Kendisi İngiltere’nin bir büyük devlet olduğuna inanan son, bir krizle karşılaşıp da bunun böyle olmadığını anlayan ilk başbakandır”. Türkiye Süveyş krizi sırasında Batılı müttefikleri ile işbirliği yapmıştır. Mısır’ın tepkisine yol açan Türkiye’nin bu tavrı, İngiltere, Fransa ve İsrail’in Mısır’ı işgal etmesiyle birlikte değişim göstermiş ve Türkiye Kasım 1956’da İsrail’deki büyükelçisini çekerek önceki tutumunu telafi etmeye çalışmıştır.
Sonuç
Haritaya bakacak olan sade bir vatandaş bile Suveyş Kanalı’nın stratejik önemini anlayabilir. Dolayısıyla Süveyş Kanalı dünyanın en önemli suyollarından biridir. Özellikle insan eliyle yapılan en önemli kanalların başında gelmektedir.
Süveyş Kanalı’nın açılması, İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü terk etmesine doğrudan bir etkisi olmuştur. Genel olarak kabul edilen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı bunun görünürdeki sonucunu teşkil etmiştir. Suveyş Kanalı’nın açılması İngiltere için Türk Boğazları’nın önemini de azaltmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere’nin Boğazlar bölgesini (kolayca) Rusya’nın koltrolüne bıraksı bu bağlamda izah edilebilir. Çünkü İngiltere için Hindistan’a giden yolda Kahire ve Süveyş Kanalı artık İstanbul’a ve boğazlara göre İngiliz çıkarlarına daha çok hizmet ediyordu. Kıbrıs’ın Osmanlı’dan alınması da aynı amaca dönüktü. Bu tutum zamanla İngiltere’yi Osmanlı Devleti’nden uzaklaştırmış, ortaya çıkan boşluğu da çok geçmeden Almanya doldurmuştur.
Onca uğraş ve onca para sarfına karşılık Süveyş Kanalı zamanla Mısır’a değil, büyük devletlere hizmet eden bir suyoluna dönüşmüştür. Kanalın yapımı Mısır’a çok ciddi bir mali yük getirmiş ve 1876’da iflasının ardındaki en önemli neden olmuştur. Oysa Kanalın açılması Mısır’ın güçlü bir ülke olma hayalini kamçılayan en önemli faktördü. Kanalın açılmasıyla Mısır’daki yabancı nüfusu ve nüfuzu her geçen gün artmış ve sonunda Mısır, emperyalist devletler (İngiltere, Fransa) tarafından idare edilen ama görünüşte bağımsız olan bir devlet şeklini almıştır.
Tüm bunların yanında Süveyş Kanalı’nın en önemli etkisi dünya ticaret yollarını değiştirmiş olmasıdır. İlginçtir ki bu değişimden büyük kazanımları olacağını düşünen Osmanlı Devleti olumsuz bir şekilde etkilenmiştir. Akdeniz limanlarının önem kazanacağı düşünülmüş ancak işler hiç de beklendiği gibi gitmemiştir. Kanalın açılmasıyla Hint Denizi ile Akdeniz arasında yapılan Osmanlı ticareti adeta durma noktasına gelmiştir.
Son olarak, Türkiye’nin son yıllarda/günlerde tartıştığı, daha doğrusu tartışamadığı, İstanbul Kanal Projesi’nin yeniden düşünülmesi, gözden geçirilmesi gerektiğine inanıyorum. Ayrıca zaten iki deniz arasında (Karadeniz ve Marmara Denizi) doğal bir suyolu (Boğazlar) varken niye yapay bir kanal inşa etme gereği duyuluyor? Anlamış değilim. Maliyetinin çok çok yüksek olacağı belirtilen bu proje ülkenin öncelikli ihtiyacımımdır? Ayrıca ekolojik dengenin yan ısıra uluslararası siyasi ve ekonomik dengeleri de Türkiye aleyhine bozabileceğini düşünüyorum. Bu bağlamda ilk etkilenecek olan 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi olacaktır. Suveyş Kanalı’nın yapılması nasıl 1879’da Mısır’ın iflasına neden oldu ise, İstanbul Kanalı’nın yapımı da umarım Türkiye’nin ağır ekonomik bedeller ödemesine neden olmaz. Ayrıca yapılması düşünülen kanal, yani İstanbul Kanalı, asla bir Süveyş Kanalı olmayacaktır. Hiçbir stratejik, siyasi ve ekonomik değeri olmayacaktır. Sadece sandal gezintilerine ev sahipliği yapacaktır.
Prof.Dr.Behçet Kemal Yeşilbursa
Yorum gönder