Günümüz Türkiye’sinde Din-Devlet-Siyaset İlişkisi / Prof. Dr. Behçet Kemal Yeşilbursa
Son yıllarda Türkiye’de dine ilişkin veya dinle ilişkili konularda her önüne gelenin rastgele konuşmasına tanık oluyoruz. Bu tür konuşmalar sonunda ortaya kavram kargaşası çıkmaktadır. Bunun sonucu olarak da özellikle din, siyaset, laiklik ve demokrasi gibi kavramlara yüklenen anlamlar zihinleri karıştırmakta, bu da bilimsel düşünceye ters düşmektedir.
Üstelik çeşitli toplum katmanlarında bu kavramların istismarı gündeme gelmekte, bundan da toplum zarar görmektedir. Bilgi çağını yaşadığımız bu süreçte, din-devlet-siyaset gibi önemli bir konuda entelektüel temeli zayıf, Türkiye’nin gerçeğini yansıtmayan sıradan yorumların sun’i gündem oluşturmasıdır. Özü itibariyle toplumsal bütünlüğü sağlamaya yönelik bir içeriğe sahip olan İslamiyet, farklı ilgiler ve amaçlar bağlamında yorumlanarak farklılıklara ve ayrışmalara malzeme yapılmaktadır. İşte biz de bu nedenle Türkiye’nin gündeminde olan ve yoğun bir biçimde tartışılan din-devlet-siyaset ilişkisi üzerinde birkaç söz
söylemek, toplumun dikkatini bu konu üzerine çekmek istedik.
Din-devlet-siyaset ilişkisi, modernleşme süreci içinde tartışılan konulardan birisidir. Bu konunun tartışılmasının farklı nedenlerinden bahsetmek mümkün olsa da, toplumsal değişimin bunda önemli bir rolünün olduğunu söylemek gerekir. Ancak bu konunun her fırsatta farklı mecralarda gündeme getirilişinin Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik konumu, tarihi olarak iki medeniyet arasında yer alması, diğer açıdan tarihsel olarak İslam dünyasının öncüsü ve modernleşmeyi kendi bünyesinde gerçekleştiren devlet olması ve yine buna bağlı olarak körfez merkezli dini düşüncenin farklı gerekçelerle Türkiye’ye taşınması gibi sebepleri sayabiliriz. 1
Hem Batı ve hem de Doğu tarihinde din-devlet-siyaset ilişkisinin özel yapısından dolayı, anlamlı bir şekilde yerine oturtulmadığı dönemlerde çok ciddi sıkıntılara, toplumsal arsıntılara, zihni gerilmelere neden olduğu hepimiz tarafından bilinmektedir. Son yıllarda bu meselenin Türkiye’nin gündemine yeniden oturması ve tartışılması, yerini ve durumunu bilmek açısından önemli olsa da böyle hassas bir konunun bilimsel platformlarda ele alınmak yerine, Türkiye’deki mevcut dini ideolojik yapılanmalara ve bunların sosyal katmanlarında oluşan farklı bakışlara konu yapılarak gelişigüzel dile getirilmesi bir takım sıkıntılara sebep olabilmektedir. 2
Avrupa ülkelerinde din-devlet-siyaset ilişkilerinin Türkiye’ye ilk yansıması Tanzimat’la başlamakta ve bu süreç günümüze kadar çeşitli evreler geçirmiş bulunmaktadır. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar uzanan süreç Sekülerlik, Cumhuriyet’ten günümüze kadar devam eden süreci de Laiklik olarak tanımlamak mümkün görünmektedir. Türkiye’nin farklı dönemlerde Sekülerlik ve Laikliği benimsemesi çeşitli Avrupa ülkelerine bakarak acaba Sekülerlik mi, yoksa Laiklik mi bize daha uygundur diye bir arayışın içine girip tercih yapma kaygısından değil, daha çok her iki dönemde Türkiye’nin yapısal ve konjonktürel şartlarına bağlı, aciliyet içeren bir durumdan kaynaklanmıştır. Bu durumu Türkiye’nin iki asra yakın zamandan beri
yapısal ihtiyaçları gereği modernleşme sürecine acilen girme zorunluluğu, buna bağlı olarak yeniden yapılanmanın meydana getirdiği gerekliliktir. Fakat Türkiye’nin aciliyetle elde etmesi gereken yeniliklerin önünde engel olan din değil dinin anlaşılması ve yorumlanış biçimi olmuştur.
Siyaset, halka hizmetin bir aracıdır. Bunun bağlamı da sorumluluktur. Sorumluluğun yerine getirilmesi, siyasi anlamda: kuvvetler ayrılığını merkeze koyan ve bunun denetlenmesine imkân tanıyan anlayışa işlerlik kazandırmaktır. Aksi takdirde, politikanın aktüel tarafına uyarlanmış bir din, politik menfaatlerin yaygın ve üretken yapısı içinde, kendi varoluşunu gerçekleştirmek için din adına sahte kutsallıklar üretmek zorunda kalacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yirmi yıldır, belki de tarihinin en zor dönemlerinden birini yaşamaktadır. Tarihçiler ileride bu dönemi Türkiye Cumhuriyeti’nin “fetret dönemi” olarak adlandıracaktır. Türkiye, tarihi, kültürü ve Türk milletine asırlardır şekil veren öz değerleriyle barışmak zorundadır. Türkiye, demokrasi kültürünü oluşturmak ve demokrasiyi bütün kurum ve kuruluşlarıyla hâkim kılmak zorundadır. Türkiye, akıl, bilim ve bilgi toplumuna geçiş sürecinde daha fazla gecikmemek zorundadır.
Türkiye, tarihten, kültüründen, dünyanın içinde bulunduğu koşullardan, kendi özel sorunlarından kaynaklanan çok ciddi dayatmalarla karşı karşıya bulunmaktadır. Bunlardan birisi de son yirmi yıldır dayatılan yanlış din olgusu ve Siyasal İslamcılıktır. Din olgusu, öncellikle bütün siyasi partiler tarafından yıllardır siyasi amaçlar için kullanılmıştır; hala da kullanılmaktadır. Din ticareti yaparak itibar ve maddi çıkar sağlayan bireyler ve kurumlar vardır. Bazı tarikat grupları ve dini cemaatler, din ticaretinin ve sömürüsünün gizlenemez hale geldiği yerlerdir. Toplumda esas olan adaletin sağlanmasıdır. Adaletin olmadığı bir yerde
İslam’dan söz etmek mümkün değildir.
Laiklik de, Türkiye’de, en çok istismar edilen hususların başında gelmektedir. Kendi yeteneksizlik ve yetersizliklerini gizlemek isteyen, ya da kötü amaçları için bir paravanın arkasına saklanmak isteyen bazı kimseler, laikliği kullanmaktan çekinmemişlerdir. Türkiye’de, dinin ve laikliğin, acımasızca kullanılmış olması, insanların uzlaşabilecekleri ortak zeminlerin oluşmasını engellemiştir. Türkiye’nin yüzde 98’inin Müslüman olduğu resmi istatistiklerde yer almaktadır. Buna rağmen, bazı insanlar, bazı insanları “İslam düşmanlığı”
ile; bazıları da normal bir Müslüman’ı hemen “gericilikle, yobazlıkla” suçlayabilmektedir.
Zihinlerde çelişki uyandırılmak istense de, Laiklik dinsizlik değildir. Laiklik, demokratik hayat tarzının ortaya çıkardığı bir zarurettir. Bu hayat tarzı iki temele dayanır: Özgürlük ve Eşitlik. Laiklik bu iki kavramın toplum hayatında uygulanmasını ve korunmasını sağlar. Laikliğin bir siyaset boyutu, bir de kültürel boyutu vardır. Bu boyutlardan biri ihmal edildiği zaman toplumda rahatsızlık doğar. Nitekim Atatürk diyor ki:
“Laiklik yalnız din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması demek değildir. Laiklik, yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyetini tekeffül eder (üstlenir). Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre malik olmak, seçtiği bir dinin gerektirdiklerini yerine getirmek veya getirmemek hak ve hürriyetine maliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz, vicdan hürriyeti mutlaktır ve taarruz edilemez…”
Laikliğin iyi sonuçlar doğurabilmesi için demokrasiyi bir ortak payda, üzerinde hepimizin durabildiği bir “zemin”, herkesin buluşabileceği bir “ortak iyi” olarak öncelikli kategori yapmak durumundayız. 3 Dünyada problemsiz demokrasi yoktur. Sadece üçüncü dünya ülkeleri veya gelişmekte olan ülkelerde değil, gelişmiş Batı ülkelerinde de Demokrasinin problemleri vardır. Bu nedenle Türkiye için karamsarlığa gerek yok. Yapılması gereken, toplumda gerginliğe neden olan hususları yok etmek, bir arada yaşamayı öğrenmektir.
Farklı inanç, gelenek, anlayış, düşünüş ve davranışlar sergilemek, insanlığın kaderidir.Dolayısıyla farklılık içinde birlikteliği yakalamak zordur. Çünkü başka alana karşı insan psikolojisinde içgüdüsel bir tepki doğar. Hoşgörü, bu tepkiyi dizginleme ve ıslah sanatıdır. Bu dizginleme işi başarılamazsa, toplumda taassup yani katılık, körü körüne iddiacılık doğar. Böylesine bir taassubun tutkusu altında olanlar kendi düşüncelerini hep başkalarına dayatmak
3 Sanırım son yerel seçimlerde (31 Mart 2024) toplum bunu sağladı.
3
isterler ki bundan da sıkıntı doğar. Hâlbuki düşüncelerimizi ihtiraslı, hastalıklı bir yapı içinde taşıdığımız ve dayattığımız sürece değerlerimiz topluma yansımayacaktır. 4 Türkiye’nin geçmişi, içinde bulunduğu koşullar ve insanlığın genel gidişi, Türkiye’nin İslam’la birlikte çağdaşlaşmak zorunda olduğu gerçeğini daha belirgin hale getirmektedir.
Sağlıklı din anlayışı, Türkiye’nin “yeni bir uygarlık” için gerekli olan zihinsel devrimi
gerçekleştirmesini sağlayacaktır. Başka Türkiye yok! Şu içinde özgürce yaşadığımız vatan topraklarının kapısı 1071’de Malazgirt’te açılmış, 1176 Miryokefalon’da kararlılığımız perçinlenmiş, 1453’te ebediyete
kadar bizim olmak üzere mühürlenmiş, 1919-1923 Milli Mücadele yıllarında ise, elimizden almak isteyen mütecaviz müstevlilere dünya önünde hak ettikleri ders verilmiş, vatan kurtarılmış ve korunmuştur. Bu nedenle şu toprakların vatanlaşmasında pek çok Türk büyüğünün alın teri söz konusuysa da dördünün adı tarihe altın harflerle geçmiştir: Alparslan, II. Kılıç Arslan, Fatih ve Atatürk. Son söz olarak, birliğimiz ve huzurumuz gücümüzün kaynağı olacaktır.
“Ağam! Ev bizim, söz bizim
Yürek yakan bu köz bizim
Bu kan, bu can, bu öz bizim”
Diyor, hepinizi saygı ile selamlıyorum.
Prof. Dr. Behçet Kemal Yeşilbursa
Yorum gönder