19 Mayıs 1919 Tarihinin Anlam ve Önemi / Prof. Dr. Behçet Yeşilbursa
Bu yıl (2024), Cumhuriyetimizin kurucusu büyük ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkışının 105. yıldönümü. Bugün, millet olarak kendisine çok şey borçlu olduğumuz, yüce Türk milletinin seçkin evladı, milli kahraman, büyük asker, seçkin devlet adamı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü bir kez daha saygıyla, şükranla, özlemle ve rahmetle anıyoruz. Ruhu şad olsun.

Milli Bayramlar
Toplumların, inançları ve gelenekleri doğrultusunda ayin, tören, festival, şenlik ve bayram gibi etkinlikleri eski çağlardan beri yaptıkları bilinmektedir. Milli bayram olgusu ise milliyetçiliğin ve milli devletlerin ortaya çıkması ile başlamıştır. Milli bayram, toplumlarda milli duyguların ifade edildiği sembollerden biri olmuştur. Milli bayramlar, iktidarlar tarafından milli bir bilinç oluşturulmasının aracı olarak kullanılmış, ayrıca yeni değerlerin nesilden nesile aktarılması amacını da taşımaktadır.
Milli Bayram, en basit tanımıyla, bir toplumun önem verdiği bir olayı her yıldönümünde çeşitli etkinliklerle kutlamasıdır. Bir başka tanımla; toplumun, geçmişin değerlerini, onu temsil eden sözcük ve sembollerle hatırlamasıdır. Söz konusu etkinlikler, geçmiş olayların temsili olduğu için, geçmişi insan aklında canlı tutmaya yarar. Yapılan bu etkinliklerle geçmişte meydana gelmiş olay canlandırılır. Amaç insanların duygularını harekete geçirerek geçmişle bütünleşmesini sağlayıp olayın zihinlerde kalıcılığını sağlamaktır.
İlk kez Batıda kutlanmaya başlayan milli bayramlar Türk toplumunda Osmanlı Devletinde II.
Meşrutiyetten itibaren görülmeye başlanmıştır. Ancak milli bayram olgusu gerçek anlamını Türkiye Cumhuriyeti’nde bulmuştur. Fransa İhtilali sonrası Batıda başlayan milliyetçilik akımları sonucunda kurulan milli devletler daha önceki düzenlerini değiştirmek ve yeni yapılarını oluşturabilmek için bir takım
çabalara girmişlerdir. Bu bağlamda yeni değerler oluşturmaya başlamışlardır.
Milli bayramlar, milli marşlar ve milli günler tertip edilmiştir. Amaç hem meşruiyetlerini kabul ettirmek, hem de kalıcı olabilmek için gelecek nesillere miras bırakmak olmuştur. Türkiye’de de bu akım kendini hissettirmiş ve II. Meşrutiyet’ten itibaren milliyetçiliğe bağlı yeni değerler ve kutlamalar görülmeye başlamıştır.
Ülkelerin tarihsel olarak geçirdikleri evreler ve önemli günleri o ülkelerin milli bayramları olmuştur. Bu bağlamda, Türkiye’de de özellikle Milli Mücadele dönemi olayları milli günleri oluşturmuştur. Milli bayramların ilk kutlanış tarihleri ve bugünkü isimlerini almaları ile ilgili gelişmeler en az kutlama biçimleri kadar önemli bir konudur. Mustafa Kemal’in Anadolu’ya ayak bastığı ve Milli Mücadele’nin başlangıç günü olarak kabul edilen 19 Mayıs gününün milli bayram kabul edilmesi şu şekilde olmuştur.
19 Mayıs günü 20 Haziran 1938 tarihinde “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkındaki 2739 Sayılı Kanuna Ek Kanun” olarak, “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kabul edilmiştir. Fakat 19 Mayıs gününün Atatürk’ün Samsun’a ayak basması, Milli Mücadeleyi buradan başlatması ve bugünün unutulmaması için Samsun halkı tarafından “Gazi Günü” olarak 1926 yılından itibaren mahalli bir gün olarak kutlandığını burada belirtmek gerekir.
Samsun halkının her yıl aynı günde belirli bir program çerçevesinde kutlamalar yaptıkları bilinmektedir. Diğer taraftan, gençlik ve spor bayramının kökenini oluşturduğu söylenebilecek olan “İdman Bayramı” da II. Meşrutiyet döneminde kutlanmıştır. “İdman Bayramı” ilk olarak 29 Nisan 1916 yılında Selim Sırrı (Tarcan)’ın teşebbüsü ile Kadıköy’de bulunan İttihat Spor Kulübünün sahasında yapılmıştır.
Selim Sırrı Bey, İdman ve İlkbahar Talebe Bayramlarını her yıl tekrarlamak, coşkuyu arttırmak ve kalıcılığı sağlamak amacıyla tüm gençlerin hep bir ağızdan söyleyebileceği bir marş bulma yoluna da gitmiştir. Yapılan araştırmaların sonucunda, İsveçli Felix Karling’in bestesi “Şakıyan Üç Genç Kız”, “Gençlik Marşı” adıyla Türkçeye uyarlanarak ilk defa 1916 yılında İdman Bayramında söylenmiştir.
Darülfünun, Sultani, Numune Mektepleri ve Maarif heyetlerinin bulunduğu törende bir de resmigeçit yapılmıştır. Bu geçitte özellikle Selim Sırrı Bey ile Ruşen Eşref Bey dikkat çekmişlerdir. Ruşen Eşref Bey’in, Darülmüallimin bayrağını taşıdığı görülmüştür. Resmigeçitten sonrada jimnastik, halat çekme gibi spor alanlarında yarışmalar yapılmış ve futbol oynanmıştır.
1917 yılında İdman Bayramı aynı yerde ikinci kez kutlanmıştır. Bu kutlamada da 1916 yılındaki etkinliklere ilaveten ilk yardım gösterileri de yapılmıştır. Yüksek atlama, sırıkla atlama, cirit atma, disk atma, 100m ve 800m koşuları ile bisiklet yarışları da yapılmıştır. İdman Bayramı 1917 yılından sonra savaş sebebiyle bir daha kutlanamamıştır. Cumhuriyet döneminde spor ile ilgili bir milli bayram günü kutlamasında ilk girişimin yine Selim Sırrı (Tarcan) tarafından yapıldığı görülmektedir.
Nitekim onun teşebbüsü üzerine Maarif Vekâleti “Jimnastik Şenlikleri”ni resmi bir şekilde kutlanmasını kabul etmiştir. Böylece 10 Mayıs 1928’de Ankara’da, 11 Mayısta ise İstanbul, İzmir ve diğer Anadolu şehirlerinde jimnastik şenlikleri kutlanmıştır. 19 Mayıs gününün milli bir spor günü olarak kutlanmasında diğer bir girişimin, Beşiktaş Jimnastik Kulübünden geldiği, bu kulübün “Atatürk Spor Günü” organize etmek için Galatasaray ve Fenerbahçe spor kulüpleri ile de görüş birliğine vardığı anlaşılmaktadır.
24 Mayıs 1935’de verilen bu kararda günün ismi “Atatürk Günü” olarak tasarlanmıştır. Bununla paralel olarak, 1924 yılından beri yapılmakta olan “Spor Kongresi”nin 1935 yılındaki toplantısında, Atatürk Günü”nün tüm gençliğe mal edilmesi için “19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı” adıyla her yıl kutlanması teklif edilmiştir. Bu teklif kabul edilmiş ve Mustafa Kemal Paşa’ya sunulmuştur. Bu şekilde, “19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı” 1935’ten itibaren kutlanmaya başlanmıştır.
1981 yılına gelindiğinde ise çıkarılan 2429 sayılı kanun ile bayramın ismi “Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı” olmuştur. Yine 1 Ekim 1981 günü yayınlanan resmi gazetede de başkentte ve diğer yerlerde bayramın nasıl kutlanacağına dair program yayınlanırken bu kutlamaların Gençlik ve Spor Bakanlığınca organize edileceği açıklanmıştır. Kısaca dini bayramlar gibi milli bayramları da kutlamak önemlidir. Nasıl ki
sevdiklerimizin doğum günlerini kutluyorsak, milletlerin doğum günü olan milli bayramları da kutlamalıyız.
Atatürk’ü Nasıl Anmalıyız ve Anlamalıyız? Dünyada, ülkelerin tarihine çeşitli alanlarda değerler katmış ve her zaman minnet, şükran ve saygı ile anılan birçok lider vardır. Kurtuluş Savaşını başarıyla sona erdirdikten sonra modern Türkiye’nin temellerini atan Atatürk de bizim milletimizin saygı ve sevgi ile andığı ulusal liderimizdir. İşte, aradan onca yıl geçmiş olmasına rağmen, her 19 Mayıs’ta ulu önder Mustafa
Kemal Atatürk’ü, ulusal bağımsızlık savaşını başlatmak üzere, Samsun’a çıkışı sebebiyle anmamız, unutmamamız milletimizin kendisine gösterdiği sevgi ve saygının bir işaretidir.
Şüphesiz tüm uluslar milli kahramanlarını saygıyla anar. Ancak bazıları hariçtir. Bazı uluslar adeta geçmişlerinden ve liderlerinden utanır, anmak ve hatırlamak istemezler. Tıpkı Almanlar (Hitler), İtalyanlar (Mussolini), İspanyollar (General Franco) gibi. Bugün Ortadoğu bir sultanlar, krallar, diktatörler coğrafyasıdır. Bugün kim hatırlıyor İran Şah’ını, Saddam’ı, Kaddafi’yi, yarın kim hatırlayacak Esad’ı, Sisi’yi ve diğerlerini. Ama zaman durdukça Türk Milleti Ata’sını yani Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü hatırlayacak ve hiç unutmayacaktır. Nasıl ki tarihe damga vurmuş diğer Türk büyüklerini (Mete Hanı, Alparslan’ı, Fatih’i ve daha nicelerini) unutmadığı gibi.
Peki, Atatürk kimdir? Unesco’nun ifadesiyle Atatürk; “Uluslararası anlayış, işbirliği ve barış yolunda çaba göstermiş, üstün bir kişi, olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş devrimci, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, bütün yaşamı boyunca insanlar
arasında renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz bir devlet adamı ve Türkiye Cumhuriyetinin
kurucusudur.” İşte kısaca Atatürk budur.

Bir de konuya Atatürk’ün kendi sözleri ile bakacak olursak, Atatürk bir sözünde şöyle diyor; “Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir”.
Evet, bu sözde ifade edildiği gibi bugün belki Atatürk cismen, bedenen aramızda olmayabilir, fakat fikir ve düşünceleriyle aramızdadır ve yaşamaktadır.
Yine Atatürk bir sözünde şöyle diyor; “İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; O, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!”
Ne kadar güzel bir söz değil mi? İşte Atatürk ve Atatürkçülüğü böyle anlamalıyız. Yani O’nun duygu ve düşüncelerini, ilke ve devrimlerini doğru anlayıp, sahip çıkmalıyız.
Başka bir sözünde Atatürk; “Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerimi inkâr edenler ve beni yerenler çıkabilir. Hatta bunlar, benim en yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir. Fakat ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidir ki bu fikirler Hint’ten, Mısır’dan döner dolaşır gene gelir, verimli neticeleri kalpleri doldurur”.
Atatürk’ün bu sözündeki bazı hususlar bugün, belki, söz konusu olabilir. Fakat Hint’e, Mısır’a gitmeye gerek yoktur. Zira Atatürk’ün fikir ve düşüncelerinin ve yaptığı devrimlerin verimli neticeleri kalplerimizi doldurmuş vaziyettedir. İşte bu toplantı da bunun bir delilidir. Bizlerin Atatürk’ü unutmadığının ve unutmayacağının bir göstergesidir. Ve bunun en güzel göstergesi de değerli dostlar, kutlama veya anma günleridir. Diğer bir ifadeyle milletin hafızasını tazelediği milli bayramlar ve milli günlerdir.
Bugüne kadar Atatürk hakkında pek çok şey söylendi, yazıldı. Ancak bütün bunlara rağmen, bir gerçektir ki, O’nu yeterince anlayamadık. Eğer anlamış olsaydık zaten bugün yaşadığımız birçok sorunu yaşamazdık. O’nun fikirlerini başta genç kuşaklar olmak üzere Türk milletine gereği kadar ve doğru olarak anlatamadık. Bu nedenle de millet olarak büyük sıkıntılar çektik ve çekmekteyiz. Bugün, ülkemizde yaşanan sıkıntıların temelinde yatan gerçek, halkımıza Atatürk’ü ve O’nun fikir ve düşüncelerini yeterince ve doğru olarak öğretememiş olmamız gerçeğidir. Eğer aynı sıkıntıları yeniden yaşamak istemiyorsak, toplum olarak O’nun fikir ve düşünceleri ile ilke ve inkılaplarını çok iyi anlamak ve anlatmak zorundayız.
Atatürk, bugüne kadar, her büyük devlet adamı gibi, her büyük fikir adamı gibi istismar edilmiş ve edilmek istenmektedir. Tek çare istismarın önüne fikirle çıkmaktır. Biz buna bizzat Atatürk’ün kendi sözleriyle çok rahat cevap verebilecek güçteyiz. Bu durumda Atatürk’ü yorumlamaya değil, O’nu her yönüyle tanımaya ve anlamaya ihtiyacımız vardır.
Bugün dünyada hızlı bir ilerleme söz konusudur. Sosyal ve ekonomik hayatta meydana gelen gelişmelere aklın ve bilimin gösterdiği yolda Türkiye de ayak uydurmak zorundadır. Şu halde, Atatürkçülüğü kalıplaştırmamak ve dondurmamak lazımdır. Ayrıca, Atatürk istismarcılarına karşıda uyanık olmak gereklidir. Atatürk’ün Türk Milleti nezdinde haiz olduğu sevgi ve itibar, bugüne kadar çeşitli zümreler tarafından istismar edilmiştir.
Bugüne kadar en sağdan en sola kadar her türlü siyasi grup, kişi ve kuruluş Atatürkçü olduğunu iddia etti ve Atatürk ilke ve inkılaplarını kendi siyasi eğilimine göre yorumladı.
Bugün Atatürk’ün düşüncelerini toptan anlamak ve ülkemizin birlik ve beraberliğini korumak, milletimizi çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırmayı, hatta bu seviyeyi aşmayı hedef almak zorunludur. Atatürk’ün önderliğinde kurduğumuz milli, demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyetini yaşatma ve yarınlara taşıma bilinci ancak Atatürk’ü doğru anlamak ve doğru anlatmak ile mümkün olur.
Atatürk İstanbul’da
Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı gün Mustafa Kemal Adana’daki Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na tayin edildi. Ancak artık yapılabilecek pek bir şey kalmamıştı. Zira anlaşma gereği Osmanlı orduları terhis edilecekti. Mustafa Kemal’in komutanı olduğu 7. Ordu ve Yıldırım Orduları Grubu da mütareke şartlarının gereği olarak lağvedilince, Mustafa Kemal İstanbul’a döndü. Memleketin durumunun tahmin ettiğinden daha vahim olduğunu gördü. İtilaf devletleri donanması, Dolmabahçe Sarayı’nın önüne demirlemiş, toplarını da saraya çevirmişti. Buna rağmen Mustafa Kemal, ümidini hiç kaybetmemiş, yanındaki yaverine “Geldikleri gibi giderler” diyerek, geleceğe yönelik düşüncelerini bir cümleyle ifade etmiştir.

Memleketin yararına İstanbul’da bir şeyler yapabileceği düşüncesiyle Mustafa Kemal, öncelikle Tevfik Paşa Kabinesi’nin işbaşına gelmesini engellemeye çalıştı. O, kendisinin de içinde yer alacağı, milli amaca daha iyi hizmet edebilecek bir kabinenin göreve gelmesi gerektiğini düşünüyordu. Ancak mecliste yapılan oylama sonunda, güvenoyu alan Tevfik Paşa kabinesi göreve başladı.
Bundan sonra Mustafa Kemal, gerek milletvekilleriyle yaptığı temaslardan, gerekse padişahla yaptığı görüşmelerden sonra, İstanbul’da bir şeyler yapmanın pek kolay olmayacağını anlamıştı. O, bundan sonraki faaliyetlerini ikili münasebetlere ağırlık vererek sürdürdü.
Özellikle bu sırada İstanbul’da bulunan genç subaylarla temasa geçti, ülkenin nasıl kurtarılacağı üzerine onlarla uzun müzakereler yapma fırsatı buldu. Bu müzakereler esnasında Mustafa Kemal, ülkenin kurtuluşu konusunda kendisi gibi düşünen arkadaşlarını tespit etti. Dolayısıyla Mustafa Kemal’in bu faaliyetlerine bir bakıma Kurtuluş Savaşı’nın kadrosunun belirlendiği görüşmeler diyebiliriz.
Ancak bu sırada İstanbul’da ikili görüşmelerin ötesinde bir şeyler yapmak mümkün değildi. Zira şehir fiilen işgal edilmiş, daha sonra hükümeti devralan Damat Ferit başkanlığındaki kabine, İstanbul’daki işgal kuvvetlerinin isteklerini yerine getiren bir teşekkül haline gelmişti.
Padişah’ın fahri yaveri ve aynı zamanda faal bir subay olan Mustafa Kemal’in faaliyetleri, olağanüstü günler yaşayan İstanbul’da değişik yorumlara sebep oluyor, dolayısıyla hükümeti, özellikle de Damat Ferit’i rahatsız ediyordu. Fakat bu durum uzun sürmedi. İşgal kuvvetlerinin hükümeti ikazıyla Samsun ve
havalisindeki olaylara dikkat çekilmiş ve olayların önlenmesi istenmişti. Bu gelişmeler üzerine hükümet, Samsun bölgesindeki kargaşayı önlemekle Mustafa Kemal’i görevlendirmeyi düşündü. Bu durum zaten Anadolu’ya geçmeyi planlayan Mustafa Kemal’in işini daha da kolaylaştırdı.
30 Nisan 1919’da Mustafa Kemal Padişah emriyle 9. Ordu Müfettişliğine tayin edildi. Görevi, Samsun ve civarındaki karışıklıkları önlemek, mütareke gereği ordunun terhisini kolaylaştırmak ve asayişi bozmaya yönelik olaylara fırsat vermemekti. Mayıs ayının ilk haftası içinde tayin işlemleri tamamlanan Mustafa Kemal’e hükümetçe oldukça geniş askeri ve mülki yetkiler tanınmıştı. Süratle tamamlanan
hazırlıklarda sonra Mustafa Kemal yanına aldığı 18 kişilik kurmay heyetiyle birlikte 16 Mayıs
1919’da İstanbul’dan ayrılıp 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun’a ulaştı.

Burada şunu net bir şekilde belirtmek isterim. Padişah ve hükümet, Atatürk’ü ülkeyi kurtarsın diye Samsun’a göndermemiştir. Mustafa Kemal Samsun’da: Doğuş 19 Mayıs 1919 tarihi, yani Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkması milli tarihimizin dönüm noktalarından biridir. Samsun bir doğuştur.
Emperyalist devletlerin İstanbul’u işgali üzerine, artık bu eski imparatorluk merkezinden bir şeyler yapılamayacağını gören Mustafa Kemal, Anadolu’ya giderek burada yaşayan halkı örgütleyerek, Batı’nın önde gelen sömürgeci devletlerine karşı bir antiemperyalist kurtuluş savaşı verilebileceğini düşündü. Bu amaçla bir süre İstanbul’da hazırlıklar yaptı ve kendisine yakın kişilerden oluşturduğu bir ekiple Samsun’a doğru Bandırma Vapuru ile 16 Mayıs’ta yola çıktı. Bandırma vapuru öyle döküntü bir vapur değildir tıpkı Nusret mayın gemisinin döküntü olmadığı gibi. Biz olayları abartmayı, dramatize etmeyi seviyoruz. Öyle olunca daha anlamlı olacağını düşünüyoruz.
İlk adım olarak Samsun’un seçilmesinde, Samsun’un bir Karadeniz liman kenti olmasının yanında tüm Akdeniz ve Ege kıyıları işgal altında olduğundan Anadolu’nun deniz bağlantısı ancak Karadeniz yolu ile sağlanabilecekti. Bu açıdan Samsun uygun bir konuma sahipti.
Kızkulesi açıklarında işgal güçleri tarafından arama yapılan vapur, akşam saatlerinde Samsun’a doğru yola çıktı. Fakat arama sonrasında Mustafa Kemal’in yanındakilere söylediği söz çok anlamlıdır: “Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız madde! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz, Anadolu’ya ne silah ne cephane götürüyoruz. Biz ideali ve imanı götürüyoruz” demiştir.
Atatürk, İstanbul’dan Samsun’a geçerken sadece ülkeyi düşman istilasından kurtarmayı hedeflemiyordu. Bununla birlikte yeni ve modern bir devlet kurma fikri de vardı. Üstelik bu devlet milli iradeye dayalı çağdaş bir devlet olmalıydı. Bu düşüncesini Nutuk’ta şöyle ifade etmektedir: “…
Bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da Milli Hâkimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak! İşte daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamasına başladığımız karar, bu karar olmuştur.”
İşte bu düşünceyle, yüce milletimizin uğradığı haksızlığa son vermek, Türkün eğilmek istenen başını yüceltmek için Atatürk, “Fakat efendiler!…Herhalde alemde bir hak vardır. Ve hak kuvvetin üstündedir.” diyerek 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıktı.
Böylece milletimizin sonsuza dek hür ve bağımsız yaşayacağı mukaddes vatan topraklarını kurtarmak, bu topraklar üzerinde çağdaş yeni bir Türk devleti kurmak ülküsüyle Milli Mücadele hareketini başlattı.
Başlattığı bu zor, fakat onurlu mücadele sonunda bir taraftan düşmanı vatan topraklarından atarken, diğer taraftan gücünü milli iradeden alan bağımsız, modern Türkiye Cumhuriyeti devletini kurdu. İşte, 105. yıldönümünü kutladığımız 19 Mayıs 1919 tarihi, milli tarihimizin böylesine önemli bir dönüm noktasıdır.
Milli Mücadelenin Atatürk tarafından dile gelen hikâyesinin ilk cümlesi, “1919 senesi Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım” ile başlar. Diğer bir deyişle, 19 Mayıs 1919 Milli Mücadelenin fiilen başladığı tarihtir. 19 Mayıs bir başlangıçtır; Fikir ve karar sahibi Atatürk’ün hedefine varan yolda ilk adımdır. Diğer bir ifadeyle milli egemenliğe giden yolun başlangıcıdır.
Şevket Süreyya Aydemir’e göre; “Mustafa Kemal’in yeni hayatı, yeni âlemi, onun, 1919 Mayısının 19’uncu günü Samsun kıyısında Anadolu karasına ayak basmasıyla başlar, yani onun zuhurunun, hem kendi kaderine, hem milletimizin tarihine, hem çağımızın akışına, çeşitli yönlerden yön ve şekil veren safhası o gün, orada ve Mustafa Kemal’in Samsun kıyısına ayak basmasıyla başlamıştır.” 1
Milli Egemenliğe Giden Süreç Türkiye’de Milli Egemenlik ilkesinin gerçekleştirilmesi, tamamen Atatürk’ün bu konudaki düşünce ve çalışmalarının sonucudur. Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmasıyla birlikte, Türk tarihinde ilk defa kişisel egemenlikten, Milli Egemenliğe geçiş süreci başlamıştır.
Atatürk, Samsun’a ayak bastığı andan itibaren, hem içe, hem de dışa dönük olarak, Milli Egemenlik prensibini gerçekleştirmek amacıyla hareket etmiştir. O, bu dönemde milli, dini ve batılı fikirleri yanına almış ve bunların senteziyle Anadolu’da milli bir devlet kurma (tek idare, tek devlet, tek egemenlik, tek kumandan, tek meclis ve tek millet) fikrinden hareket ederek, her alanda Milli Egemenlik ilkesini uygulamaya çalışmıştır.
Dolayısıyla, Türkiye’de Milli Egemenlik ilkesinin genel anlamda ilk defa Atatürk’ün önderliğinde girişilen Milli Mücadele yıllarında uygulandığını söylemek mümkündür. Çünkü bu dönemde, memleketin içine düştüğü kötü durum karşısında, bazı aydınlar memleketin kurtarılması için bir büyük devletin mandasını kabul etmekten başka çare görmezlerken, Atatürk bunlardan çok farklı düşünmüş ve millete güveni esas alan bir hareketin peşinde olmuştur.
1 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Mustafa Kemal, C. I, (1881-1919), İstanbul, 1963, s. 390.
O, memleketin içinde bulunduğu kötü durumu kastederek Nutuk’ta şöyle demektedir; “…Bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da milli hâkimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak! İşte daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamasına başladığımız karar, bu karar olmuştur.” 2
Atatürk’ün Samsun’a varır varmaz, müfettişliğin kendisine yüklediği vazifeleri yerine getirmek amacıyla hazırladığı 22 Mayıs 1919 tarihli rapor; birçok noktalarda, görevinin sınırını da aşarak, bütün memleket kaderi ile ciddi bir şekilde uğraştığını göstermektedir. Hazırladığı bu ilk raporunda Atatürk, Samsun bölgesindeki asayiş bozukluğunun Türklerden kaynaklanmadığını, Türk milletinin yabancı mandasına ve kontrolüne tahammülü olmadığını, Yunanlıların İzmir’i işgale haklarının bulunmadığını ve en önemlisi, milletin, milli egemenlik esasını ve Türk milliyetçiliğini kabul ettiğini ve bunu gerçekleştirmeye
çalışacağını belirtmiştir.
Dolayısıyla Atatürk, milletin birlik ve beraberliği ile Milli Egemenlik ilkesini Milli Mücadelenin temel dayanağı yapmaya kararlı olduğunun ilk işaretini vermiştir. Milli Mücadelenin ilk ana programını teşkil eden bu rapor, gerçekte, bir ihtilâl programından farksızdır. 3
Parola, ya istiklal ya ölümdür!
Atatürk, Samsun’un İngiliz işgalinde ve kıyıda bulunması ve civarındaki Rum çetelerinin faaliyetlerinden ötürü karargâhının içerde daha emin bir yere naklini gerekli görmüş ve 25 Mayıs 1919’da Havza’ya hareket etmiştir. Atatürk için artık tarihi görev başlamış bulunuyordu. Bundan sonra Osmanlı Devleti bir süre adeta iki elden idare edilecekti.
Çünkü Atatürk her gittiği yerde halkın arasına girerek İstanbul Hükümeti gibi halkı sükûnete değil, tersine onları harekete geçirmeye çalışacaktı. Yine O, sadece bir komutan olmayacak valiler ve milli teşekküllerle haberleşen, Türk milletini düştüğü kötü durumdan haberdar eden, memleketin dertlerini dert edinen bunlara çare arayan, cemiyetler toplayıp kararlar alan bir önder olacaktı.
Mustafa Kemal Havza’da: Uyanış
Nitekim 28 Mayıs 1919’da Havza’dan bütün memlekete, askeri ve mülki amirlere, Müdafaayı Hukuk Cemiyetlerine gönderdiği bir tamimle İzmir’in işgalini protesto için yurdun her tarafında mitingler yapılmasını, halka felaketin büyüklüğünün anlatılmasını ve bunu köylere kadar yaymalarını istedi. Bunun üzerine memleketin her köşesinde İzmir’in işgaline tepki olarak mitingler yapıldı. İstanbul’da altı miting, Anadolu’nun çeşitli şehir ve kasabalarında toplam 96 miting tertip edildi. Havza bir uyanıştır.
İstanbul mitinglerine ve Atatürk’ün Havza’daki faaliyetlerine ilk tepki işgal makamlarının onu İstanbul’a geri çağırmaları olmuştur. Atatürk, o güne kadar “Ordu Müfettişi” sıfatı ile bütün kişisel ağırlığını koyarak hareket etmişti. Şimdi bu sıfatın tehlikeye düştüğünü görüyordu. Bu nedenle başlattığı eylemi kişisel olmaktan çıkarıp halka mal etmekte acele etmek gerekiyordu. Bu amaçla 12 Haziran 1919’da Amasya’ya gitti.

Mustafa Kemal Paşa’nın Havza’da kaldığı ev
Mustafa Kemal Amasya’da: İhtilal
Ali Fuat Paşa (Cebesoy), Refet Bey (Bele) ve Rauf Bey’in (Orbay) katkılarıyla 14 Haziran 1919’da kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti bünyesinde, Mustafa Kemal tarafından önceden hazırlanmış metnin üzerindeki çalışmalar tamamlanarak, 22 Haziran 1919’da Milli Mücadele tarihimize Amasya Tamimi olarak geçen ilk önemli belge kabul edildi.
Amasya 2 Atatürk, Nutuk, C. I, Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan Zeynep Korkmaz, Ankara, 1984, s. 9.
3 Tevfik Bıyıklıoğlu, Atatürk Anadolu’da, (1919-1921), Ankara, 1959, s. 30.
Tamimi, ulusal egemenliğe dayanan, tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini oluşturan ilk kuruluş belgesi olması nedeniyle Türk tarihinde önemi olan metindir. Amasya Genelgesi adeta bir ihtilal programıdır. Tamim, Konya’da bulunan 2. Ordu Müfettişi Cemal Paşa (Küçük, ya da Mersinli Cemal Paşa) ile Erzurum’da 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’nın da onaylamasından sonra 21/22 Haziran 1919’da tüm ilgililere duyuruldu.

Amasya Tamimi’nde dikkati çeken noktalar özellikle şunlardır. “Yurdun bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir” denilmekle, tehlike çanı çalmakta, alarm işareti verilmektedir. Tamimin ikinci maddesi birinciyi tamamlamakta İstanbul Hükümetinin aczi ortaya konularak, bu durumun milletimizi yok olarak tanıttırdığı açıklanmaktadır.
Tamimde yer alan önemli bir hüküm de, “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” parolasıdır. Milli Egemenliğe ve milli bağımsızlığa yer veren bu ilke, daha sonraki tarihi gelişmelerle Türk İnkılâbının bir temel dayanağı olacaktır. Tamim, bölgesel değil, bütün ülkeyi içine alacak bir kuruluşu öngörmekte ve bu amaçla bir kongrenin toplanması gereğini belirtmektedir.
Amasya Tamimi, Milli Egemenliğe dayalı yeni bir Türk devletinin kurulması yolunda atılan ilk adımdır. Türk milletine bu çağrının gerekçesini ve uygulanacak planı açıklamaktadır. Artık yüzyıllardır Türk milletinin kaderine hükmetmiş olan Padişah iradesine karşı ayaklanma başlamıştır.
Nitekim Tamimle birlikte İstanbul’a gönderilen mektuplarda, artık İstanbul’un Anadolu’ya egemen değil, bağımlı olmak zorunda olduğu belirtilmiştir. Ordunun Amasya’da alınan kararların uygulanması ile görevlendirilmesi artık ordunun da ihtilalin içinde yer aldığını göstermesi bakımından önemlidir.
Tamim, millet gerçeğine dayanarak alt üst olan düzenin yerine yeni bir düzeni öngörmektedir. “İstiklâl”, bu yeni düzenin parolası, milli iradeye dayanan “Milli Hâkimiyet” ilkesi de gücüdür. Amasya Tamimi’nin bir diğer önemi de, Türk Milliyetçiliği akımının, inkılâbın bir temel prensibi olarak değerlendirilmiş olmasıdır. Milliyetçilik Amasya Tamimi’nden itibaren milli mücadelenin esası, özü, temel yapısı olmuş, milleti harekete getiren, ona milli şuur ve vicdanının sesini duyuran, politik tutumun hedeflerini gösteren prensip olmuştur.
Kısaca, Amasya Tamimi, Türk İnkılâp Tarihinde, hukuki ve siyasi önemi ile yeni Türk devletinin kuruluşunu hazırlayan bir temel vesika (belge) olması bakımından özel bir değer ifade eder.
Devletin kaderinde, milletin söz sahibi olması anlamını taşıyan Milli Egemenlik ilkesinin, Milli Mücadele dönemi boyunca ve daha sonra da üzerinde durulacak en önemli hususlardan birisi olduğu, Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde kongreler düzenlenerek, halkın istek ve düşüncelerinin belirlenmeye çalışılmasından da açıkça anlaşılıyordu.
Zaten sadece bu kongrelerin toplanması bile, millet egemenliğinin gerçekleştirilmesi yolunda atılmış önemli bir adımdı. Çünkü kongrelerde alınacak olan kararlar, milletin temsilcilerinin görüşleri doğrultusunda ortaya çıkacaktı. Bu da milletin girişilecek olan mücadelede söz sahibi yapılması demekti.
Milli Güçleri Etken ve Milli İradeyi Egemen Kılmak Esastır: Milli Egemenliğe Giden Yolda Mihenk Taşları: Erzurum ve Sivas Kongreleri Bu çerçevede, 23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında yapılan Erzurum
Kongresinde alınan kararlar arasında; “Kuva-yı Milliyeyi âmil ve İrade-i Milliyeyi hâkim 9
kılmak esastır” ibaresinin bulunması, bütün bu çalışmaların Türkiye’de Milli Egemenliği gerçekleştirmek esasına dayandığı açıktır. Yine 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında yapılan Sivas Kongresinin sonunda yayınlanan beyannamede de; “İstiklâlimizin temini için Kuva-yı Milliyeyi amil ve Milli İradeyi hâkim
kılmak esastır” denilerek, Erzurum Kongresinde bu konuda alınan kararın aynen tekrarlanması, şüphesiz Atatürk’ün bu konudaki kararlılığının bir göstergesi olmuştur.

Erzurum Kongre Binası
Bu çerçevede, Atatürk’ün Sivas’ta çıkarttığı gazetenin adının İrade-i Milliye ve Ankara’da çıkarttığı gazetenin adının da, Hâkimiyet-i Milliye olması tesadüf değildir. Bahtı Açık Ankara: Mustafa Kemal’in Ankara’ya Gelişi Atatürk, Ankara’ya gelişinin ertesi günü (28 Aralık 1920) şehrin ileri gelenleriyle
yaptığı görüşmede şunları söylemiştir: “Bir millet, varlığı ve hakları için bütün kuvvetiyle, bütün fikri ve maddi güçleriyle alakadar olmazsa, bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını temin
etmezse, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz… Bu sebeple teşkilatımızda milli güçlerin etken ve milli iradenin egemen olması esası kabul edilmiştir. Bugün bütün cihanın milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: Milli Egemenlik.” Milli Yemin: 28 Ocak 1920 Misak-ı Milli’nin Kabulü Türkiye’de Milli Egemenlik konusunda atılmış önemli adımlardan birisi de Son Osmanlı Mebus an Meclisi’nde 28 Ocak 1920’de kabul edilen Misak-ı Milli kararlarıdır.
Misak-ı Milli ile her şeyden önce milli ve bölünmez bir Türk ülkesinin sınırları çizilmekle birlikte Türkler, tam bağımsızlık şuuruna erişmişler ve millet olarak asgari haklarını istemişlerdir. Misak-ı Milli, Kurtuluş Savaşı’nın hedefidir. Bu Misak (Ant), Erzurum ve Sivas Kongreleri kararlarındaki milli kurtuluş
programını, milli hudutlarımızı daha geniş ve belirli kılarak tam bir hukuk ve siyaset anlayışı
esaslarına oturtmuştur.

Misak-ı Milli’nin kabulünden sonra İngilizler 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal ederek, Son Osmanlı Mebus an Meclisini de dağıtmışlardır. İstanbul’un işgaliyle birlikte Osmanlı Devletinin tamamen etkisiz kaldığını ve milletin içinde bulunduğu kötü duruma bir çare bulmasının artık mümkün olmadığını gören Atatürk;
milletin kurtuluşunu yine milletin kendisinin sağlayacağı düşüncesiyle ve Milli Egemenlik ilkesinin tam anlamıyla gerçekleştirilmesini sağlamak amacıyla, 19 Mart 1920’de bütün valiliklere, mutasarrıflıklara ve komutanlıklara bir genelge göndererek, Ankara’da “olağanüstü yetkilere sahip” yeni bir meclisin toplanmasını istedi.
Ve Açılış: 23 Nisan 1920 TBMM’NİN Açılışı ve Milli Egemenlik İlkesinin Gerçekleşmesi
Bu genelgede yer alan hükümlere uygun olarak yapılan seçimler sonucunda belirlenen milletvekillerinin yanında, İstanbul’dan Ankara’ya gelmeyi başaran milletvekillerinin de katılmasıyla, yeni meclis 23 Nisan 1920’de Ankara’da açıldı. Artık Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir!

Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılmasıyla, Türkiye’de Milli Egemenlik ilkesi esmen ve de fiilen gerçekleştirilmiştir. Böylece millet kendi geleceğini kendisi belirleme imkânına kavuşmuştur. Bunda da en büyük pay, hiç şüphesiz Atatürk’e aittir. Atatürk, TBMM’ni açarak en büyük ideallerinden birisi olan, Türkiye’de Milli Egemenlik ilkesini devletin temel unsurlarından birisi haline getirirken, “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” ifadesiyle de, hükümranlık hakkını ve otoritesini sadece TBMM’ne vermiştir. O, böylece bu konuda milleti tam yetkili kılarken, aynı zamanda diktatörlüğe karşı da bütün kapıları kapatmıştır.
Atatürk, Meclisin, Milli Egemenlik ilkesi gereği, milletin kaderine nasıl hâkim olması gerektiğini de, yine mecliste yaptığı bir konuşmada şu sözlerle ifade etmiştir; “Millet mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve hâkimiyetini bir şahısta değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden oluşan bir Meclis-i Ali’de temsil etti. İşte o meclis, Meclis-i Âlinizdir; Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Milletin
saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisidir.” 4
19 Mayıs 1919’da Atatürk’ün Samsun’a çıkmasıyla başlayan Türkiye’de Milli Egemenlik ilkesini gerçekleştirme çalışmaları, 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılmasıyla fiilen gerçekleşmiş ve “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” ifadesinin 20 Ocak 1921’de kabul edilen ilk Anayasada yer almasıyla da hukuki anlamda güvence altına alınmıştır. Böylece Türkiye’de Milli Egemenlik ilkesinin gerçekleşme evreleri de tamamlanmıştır.
19 Mayıs 1919 Tarihinin Anlam ve Önemi
Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmasıyla birlikte, Türk tarihinde ilk defa kişisel egemenlikten, Milli Egemenliğe geçiş süreci başlamıştır. Atatürk, Samsun’a ayak bastığı andan itibaren, hem içe, hem de dışa dönük olarak, Milli Egemenlik prensibini gerçekleştirmek amacıyla hareket etmiştir. Dolayısıyla bugün “Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutladığımız Milli Mücadele tarihimizin başlangıcı olarak kabul edile 19 Mayıs 1919 tarihinin Türk tarihindeki yerini ve önemini şöyle tespit etmek mümkündür; 19 Mayıs, Osmanlı Devleti’nin yıkılışını belgeleyen Mondros Ateşkes Antlaşması’nı ve Sevr Belgesini yırtarak onun yerine ulusal bağımsızlığımızı ve Türklüğün şerefini kurtaran
Lozan Antlaşması’nı koyan onurlu bir dönemin başlangıcıdır.
19 Mayıs, yıkılarak tarih sayfasından silinen Osmanlı Devleti’nin yerine yeni bağımsız bir Türk Devleti’nin kuruluşunun başlangıç günüdür. Bugün, aynı zamanda mazlum milletlerin yaşamında ve kurtuluşunda da bir dönüm noktası olmuştur. 19 Mayıs, evrensel boyutta etkiler göstererek uluslararası önemli bir sürecin
başlatılmasında, sömürgeci emperyalist devletlerin mazlum uluslar üzerindeki kıskancının parçalanmasında tarihi bir başlangıç olmuş, günümüzdeki siyasal dünya coğrafyasının oluşumunda da örnek ve yol gösterici bir rol oynamıştır.
19 Mayıs, padişahın mülkü olarak kabul edilen “Memalik-i Osmaniye’yi” vatan düzeyine çıkaran ve padişahın kişisel iradesine bağlı bir devlet anlayışı yerine laik, demokratik bir cumhuriyet rejimini getiren bir günün tarihidir. 19 Mayıs, ırk, dil, din, cinsiyet ve mezhep ayrımına yer vermeyen ve “Türkiye
Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir” anlayışını kazandıran bir dönemin
başlangıcıdır. 19 Mayıs, Türk Milli birliğinin sağlandığı, sınırları Misak-ı Milli ile saptanan Türk
Vatanının kurtarıldığı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu günün iki kelime ile ifadesidir.
4 Kazım Öztürk, Atatürk’ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlarındaki Konuşmaları, C. II, Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara, 1990, ss.907-908.
19 Mayıs, Türk’ün Ulusal kimlik ve benliğini, kültürünü, örfünü ve geleneklerini saklı tutarak ulusumuzu çağdaş ve evrensel değerlerle bütünleştiren, bütün uygar uluslarla eşit ve insanlık âleminin seçkin ve şerefli bir üyesi durumunda yükselten bir tarihi gösterir. 19 Mayıs, bir taraftan yeni bir Türk Devleti’nin temellerinin atıldığı anlamlı bir gün, diğer taraftan geleceğin garantisi gençler için bir bayramdır.
Sonuç
Cumhuriyetimiz ikinci yüzyılına girdi. Türkiye Cumhuriyetinin kinci yüzyıldaki en büyük şansı, birinci yüzyılın olağanüstü tecrübesidir. Bu tecrübeden yararlanabilmek için öncelikle kurtuluş savaşını ve cumhuriyeti iyi bilmek/anlamak gerekir. Birinci yüzyıldaki doğrulardan ve yanlışlardan alınacak dersler, Türkiye Cumhuriyetini ikinci yüzyılda Atatürk’ün gösterdiği muasır medeniyetler düzeyine çıkaracaktır. Bunun için de gerekli olan formülün/anahtarın özgür akıl ve pozitif bilim olduğu kolayca görülecektir. Nitekim Batıyı da orta çağ karanlığından çıkaran özgür akıl ve bilim olmuştur. Kurutuluştan ve kuruluştan ders ve ilham almak, bunun baş mimarı Mustafa Kemal’in düşünce yapısını, hareket yöntemini, kısaca misyon ve vizyonunu iyi bilmek, cumhuriyetin akıl be bilim temelli kuruluş felsefesini doğru anlamak yaşamsal bir zorunluluktur. Zaten tarih bilimi de bunun için var. Ders alınmazsa masaldan/hikâyeden farkı kalmaz.
Atatürk, 19 Mayıs 1919’da Bandırma Vapuru ile Samsun’a çıkarken Türkiye, tarihinin en büyük “beka sorunu” ile karşı karşıyaydı. İşgaller karşısında ülkenin farklı bölgelerinde Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri kurulurken diğer tarafta da Milli Varlığa Zararlı Cemiyetler kuruluyordu. Mesela İngiliz Muhipleri
(Severler) Cemiyeti gibi. 1919 koşullarında herkes kendince bir kurtuluş yolu arıyordu: İngiltere korumasını
istemek, Amerikan korumasını istemek, Bölgesel kurtuluş yolları aramak. Ancak Atatürk, bu kurtuluş yollarından hiçbirini doğru bulmadı. O, milli kurtuluş yolunu seçti ve “Ya istiklal ya ölüm dedi”.
Atatürk, bir gerçekçiydi, mucize ve hayal peşinde değildi. O bir akıl adamıydı. Ona göre kurtuluşun bir matematiği vardı. O matematiğe göre hareket ederek gerçek kurtuluşa ulaşılabileceğini biliyordu. Bu nedenle Kurtuluş Savaşı’nı başından sonuna kadar akıllı stratejilerle yönetti. Nutuk’ta bu stratejisini “uygulamayı evrelere ayırmak ve adım adım ilerleyerek amaca ulaşmak” diye tanımlıyor.
Atatürk’ün 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan başlayan 19 Mayıs 1919’da Samsun’dan devam eden kurtuluş yolculuğu Türkiye’yi tam bağımsızlığa, Türk Milletini de cumhuriyete kavuşturdu. 19 Mayıs, Türk Milletine parlak ufuklar açan yeni bir devrin başladığı gündür. Ancak şunu bilmeliyiz ki, milletimiz / devletimiz / cumhuriyetimiz dün olduğu gibi bugün de bazı iç ve dış mihrakların/düşmanlarının hedefi olmaktan kurtulamamıştır. Bugün içte ve dışta yaşadığımız, milletimize yönelik bütün düşmanca oyunlar Türk milletinin birlik ve beraberliğini, toprak bütünlüğünü bozmaya yöneliktir. Bu geçmişte olduğu gibi bugün ve gelecekte de olacaktır.
Fakat bunlara rağmen biz inanıyoruz ki; milli kültür değerlerine bağlı, insanını çağın gerektirdiği teknolojik gelişmelere uygun bir şekilde eğitmiş, güçlü bir Türkiye, ülkemiz üzerinde oynanan çirkin oyunlara son vereceği gibi, stratejik ve jeopolitik yeri itibariyle dünya barışının ve bugünkü mevcut uluslararası dengenin mihenk taşını teşkil edecektir.
Devlette devamlılık esastır. Ve tarihte tek bir Türk devleti vardır. Devleti olduğuna göre Türk de vardır. Cumhuriyet, Osmanlı’nın devletini değil rejimini inkâr etmiştir, kabul etmemiştir. Bu duygu ve düşüncelerle, 19 Mayıs 1919’un 105. yılının başta gençlerimiz olmak üzere tüm milletimize kutlu olmasını diliyor; gençlerimizin Atatürk ilke ve inkılâplarından kopmadan ülkemize ve insanlığa yararlı hizmetlerde bulunacaklarına yürekten inanıyor, kendilerine başarılar diliyorum.
Prof. Dr. Behçet Yeşilbursa
Yorum gönder