Rum kızı Eleni Sındıllı Osman’ın aşkı
1900’lü yılların başıydı. Datça’nın Sındı köyünde güzel bir Rum kızı yaşıyordu. Eleni. Papaz Dimitri’nin torunuydu, Eleni. Gönlünü yakışıklı bir Türk delikanlısına kaptırmıştı.
Sındılı Osman’a. Osman’ın da gönlü ondaydı. Çocuktan aşıktılar birbirlerine ama. Zaman kötü zamandı. Bir gavur ile bir Türk evlenemezdi o yıllarda.
O yıllar savaş yıllarıydı. Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak için uğraşan emperyalist ülkeler yüzlerce yıl kardeşçe yaşayan Türk ile Rum’un arasını açmıştı. Birlikte gülen, birlikte üzülen iki toplum yavaş yavaş birbirlerine düşmanlaştırılmıştı.
Bu yüzden Eleni ile Osman’ın aşkı, imkansız aşktı. Osman evlilik çağına gelince Türk kızı Hesna ile nikahladılar. Davul zurna ile kutladılar, Eleni kahrolmuştu, o gece hiç uyumamıştı.
Sabah gün ağarır ağarmaz “marya başı” denilen eşarpla saçlarını kapamıştı. Marya Başı Müslüman kadınların başörtüsünün benzeriydi.
Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Datça insanı tarlada, bahçede karnını doyurmaya çalışırken, emperyalist güçler dünyayı paylaşıyordu. İngilizler Saros Körfezi’ne dayanmıştı. Çanakkale’den geçip İstanbul’u işgal edeceklerdi.
Osmanlı İmparatorluğu Almanya ile birlikte savaşa girmişti. Ülkede seferberlik ilan edilmişti. Çocuklar ihtiyarlar hariç bütün erkekleri askere almışlardı. Bizim Osman’ı da.
Datça’da hemen hemen her erkek artık askerdi. Koskoca yarımadada erkek sayısı parmakla sayılacak kadar azalmıştı. Reşadiye nahiyesinde çocuk, ihtiyar, sakat sadece 14 erkek kalmıştı. Savaşa giden yıllarca dönmüyordu.
Çanakkale’den Filistin’e cepheden cepheye koşuyorlardı. Yıl 1916’ydı. Aylardan Temmuz. Osmanlı sarayından emir geldi. Osmanlı askerleri Alman emperyalizminin çıkarlarını korumak için Galiçya’da Ruslarla savaşacaktı.
Sındılı Osman da. Yıllarca Çanakkale’de savaşmıştı. Şimdi uzaklarda bir yerde, başka bir ülkenin toprağında Azrailler dans edecekti.
Piyadeydi Osman. Süngüyle savaşanlardandı. Bir trene bindirdiler. Vagonlar tıka basa doluydu. Osman gibi yüzlerce asker, hiç bilmedikleri diyarlarda ölüme gidiyordu. Uzunköprü, Karaağaç, Filibe, Sofya, Niş, Belgrad derken cepheye ulaştılar. Cehennem gibiydi Galiçya. Almanlar en ölümcül cephelere Osmanlı askerini sürüyordu. Galiçya’da ölüm kol geziyordu.
Azrail yorulmak bilmiyordu. Çanakkale’de vatanı savunanlar, burada Almanların kazanması için ölüyordu.
Top atışları, mitralyöz kurşunları altında Osman ve kadehdaşların süngüyle hayatta kalmaya çalışıyordu.
O günlerde Datça’yı da bir salgın hastalık sarmıştı. Eleni’nin annesi ve babası bu hastalığa dayanamamıştı.
Eleni yetim kalmıştı. Teyzesinin evine sığınmıştı. Galiçya’da aylarca sürdü savaş.
Aynı güneşin altında, aynı havayı soluyup, aynı suyu içen insanlar, birbirlerini hiç tanımamalarına ragmen, üstlerinden gelen emirlerle birbirlerini acımadan öldürüyordu.
Savaşın kanunu buydu. Öldürmeyen ölürdü. Osmanlı askerleri 15 binden fazla kayıp vermişti.
Osman defalarca ölümle burun buruna gelmiş ama şansı hep yaver gitmişti. Çanakkale’deki gibi nice kurşunlardan, top mermilerinden kurtulmuştu.
Ama bir gün. O kahrolası gün, bir şarapnel parçası bir ayağını söküp diz üstünden aldı.
Osman bir tarafa, kopan bacağı bir tarafa savruldu. Kanlar içinde feryat ederken, bir arkadaşı imdadına koşup, sırtladı.
Hemen savaş alanından çıkardılar Osman’ı. Yarasını temizlediler, sardılar, sarmaladılar. Günler sonra da taburcu ettiler. Bir baston sayesinde ayağa kalkmıştı Osman.
Çünkü o artık topal Osman’dı. Çürüğe çıkardılar, Datça’ya geri yolladılar. Bir bacağını Galiçya’da bırakarak döndü ata toprağına Osman.
Gazi ünvanı almıştı ama devletin verdiği rapor “çürük”tü. İş göremez durumdaydı.
Bir elinde baston, sendeleye sendeleye yürürken kim iş verirdi ki ona. Badem, zeytin silkemezdi.
Tarlada, bahçede çalışamazdı. Dağ tepe keçi otlatamazdı. Peki ne yapacaktı? Ailesini nasıl doyuracaktı?
Bunları düşünüp çare ararken, karısı Hesna çocukları alıp Osman’ı terk etmez mi? Artık sadece topal değil, yapayalnız bir adamdı Osman.
İtten aç, yılandan çıplaktı. Savaş büyük yaralar bırakmıştı geride. Rumlar’ın çoğu atalarının yüzlerce yıl yaşadığı Datça’yı ağlaya ağlaya terk etmek zorunda kalmıştı.
Rumlar gidince bir çok iş artık yapılmıyordu. Değirmencilik mesela. Yarımadadaki yel ve su değirmenlerini hep Rumlar işletirdi.
İnsanlar buğdaylarını o değirmenlerde una çevirirdi. Oysa şimdi değirmencilikten anlayan kalmamıştı.
İşte bu gerçek, belki de topal Osman için bir şanstı. Rumlar’ın bıraktığı bir un değirmenini düşük fiyatla satın aldı.
Kendisine yardımcı ararken, çocukluk aşkı Eleni gelmez mi? Sarıldılar birbirlerine. Osman ayağı koptuktan sonra sadece yatarken bastonu bırakmıştı.
Eleni’ye sarılırken de bıraktı. İki eliyle Eleni’yi kucakladı. Eleni artık onun dengesiydi.
Birlikte yaşayıp, birlikte çalışacaklardı. Un değirmeninden ekmeklerini çıkaracaklardı.
Çalıştılar. Gece gündüz durmadan çalıştılar.
İyi para kazandılar. Betçe’nin en zenginlerinden oldular. Artık acı günler geride kalmıştı.
Şimdi mutluydular. Ama bir gün Osman’ı terk eden nikahlı karısı Hesna çocuklarla birlikte çıkıp geldi.
Osman şaşırmıştı. Ne yapacaktı? Kabul etse Eleni’yi kaybedebilirdi.
Etmese çocuklarını. Kara kara düşünürken Rum kızı Eleni girdi devreye.
“Çocukların hatırı var, aç kapılarını ailene, hepimiz burada yaşayıp gideriz işte.”
Açtı değirmenin kapılarını Osman ailesine. Hep birlikte değirmende yaşayıp gittiler. Ve bir bir bu dünyadan göç ettiler.
Derler ki, Rum kızı Eleni, Öldüğünde ağlayanı çoktu.
“Cavur Nine” diyorlardı ona. Müslüman mezarlığına gömüldü.
Ya topal Osman? Acı, hüzün, ayrılık dolu yaşamında hoş bir seda bırakıp gitti. Bugün Datça İskele Mahallesi’ndeki eski mezarlıkta yatıyor.
Torunları hala yaşıyor.
Yorum gönder