Özgürlük – Düşünce Özgürlüğü / Muhsin YAZICI
Duyduğum bu sözcüklerin anlamı üzerine kendi kendime soru sorduğumda, içeriği konusunda yeterli bilgi birikimi konusunda kuşkuya düştüm. Kendim gibi düşünenlerin özgürce konuştular mı özgürlüğün ve düşünce özgürlüğünün olduğunu zannettim!
Yıllar yıllar sonra “Özgürlük” ve “Düşünce Özgürlüğünü” içselleştiremediğimi fark ettim. Çünkü hiçbir zaman özgür ortamda yaşamadığımı ve düşünce özgürlüğünü yaşayacak ortamı bulamadığımı acı gerçeklerle yüzleştiğimde öğrendim.
Her zaman olağanüstü koşullar vardı. Ve bize bu olağanüstü koşullarda daha beklememiz gerektiği söylendi. 70’li yıllarda 12 Mart darbesi, 1974’te Kıbrıs Harekatı, 1975-80 arasında terör ortamı, 80’li yıllarda 12 Eylül darbesi ve 1984’ten itibaren PKK sorunu.
Hiçbir zaman normal koşullar yoktu. Sanki bir toplumda sorun kalmayınca o topluma demokrasi ve düşünce özgürlüğü gelecekmiş gibi.
Ve bize “Devlet kutsaldır” nakaratı bozuk taş plak gibi çalındı. Devlete zarar gelmesin diye bekleyin dendi.
Artık “Gotod’yu beklemeye” alışır olduk.
Kutsallık kavramları ve terör ortamının düşünce özgürlüğünü zehirlediğinin farkına bile varamadık. Ya düşüncelerimizi şiddete başvurarak sonuca ulaşacağımızı zannettik ya da düşüncenin şiddeti ve terörü yaratacağını zannettik. Aslında her iki olumsuzluğu da giderecek düşünce özgürlüğü olduğunu anladığımda bayağı yaşam deneyimi kazanmıştım.
Binlerce düşünür mahkeme ve hapishaneyi boylamışlardı. Bana Türk toplumu düşünce özgürlüğü üzerine yeterince miras bırakmamıştı. Yeterince diyorum. İnancı ve düşüncesi için onlarca yıl hapis yatan, ölen ve öldürülen düşünürlerimize çok şey borçluyuz. Ama bunların bıraktığı mirasın toplumsal kesimlere etkisi çok zayıftı.
Ancak yoğun bir bilgi birikimi sonucu o düşünürlerin eserlerine ve düşüncelerine ulaşabiliyoruz. Çünkü bu düşünürlerin eserleri ve sanatları uzun süre baskı altına alındı. Bireysel olarak benim yaşamımda uzun bir süre alan özgürlük kavramı, belki insanlık kadar geçmişe dayanıyor. Ama toplumsal yaşamda genel kabul görmesi ve bireyin en doğal hakkı olması yeni bir durumdur.
Fransız İhtilali’ndan sonra kurulan giyotin sehpalarında insanların kelleleri kesilirken toplanan binlerce insan âdete kendinden geçiyordu. Osmanlı’da cellâtların uçurduğu kelleler Topkapı sarayının dış avlusunda günlerce sergileniyordu. Bugün birçok ülkede idamlar halkın gözü önünde yapılırken adeta topluluk kendinden geçmektedir. Ve insanlara adalet ve huzur için dendi bu ölümler gerçekleşirken.
İnsanoğlu inancından, siyasal düşüncesinden, bilimsel çalışmasından, farklı değerlerinden ve tercihlerinden dolayı ya baskı gördüler ya da yok edildiler. İsimlerini burada yazmaya çalışsak sayfalarca yer tutar.
Bir kere düşünce özgürlüğünün olabilmesi bireylerin özgür ortamda bilgilere ulaşması demektir. Özgürce bilgi edinemeyen kişi ve kurumlar sağlıklı düşünce üretemezler. Var olan bilgiler yanıltma amacıyla kullanılabilir, iletişim araçları belli kesimlerim denetimi altına alınarak bilgi yayılmasını yönlendirebilirler.
Kimin ne söylediği değil, söyleyen kişinin konumu söyleneni belirliyorsa orada özgürlükten ve düşünce özgürlüğünden bahsetmek mümkün değildir.
Doğuda bir ilde okulu ziyaret eden bir bakan, bir kız çocuğunun bir serzenişi ile karşılaşır. Bizim diğer okullardaki öğrenciler gibi öğretmenlerimizin tam olması hakkımız değil mi? Bu bir düşünce ve dilek. Sen misin, vali varken, kaymakam varken, il, ilçe ve okul yöneticileri varken öğretmen yetersizliğini dile getirmek.
Irk ayrımına karşı düşüncelerini açıklamasına izin verilmeyen düşünürler, insanlık adına özgür düşünceyi geliştirebilmek için yıllarca hapiste yattılar.
Emeğin ve yaşamın hakkını savunmak için ilk çağdan gümümüze binlerce insan canından oldu.
Sayısı bilinemeyecek kadar insan, ülkeleri işgal edilen Kızılderili ve Eskimo katledilirken uygarlık dendi. Uygarlık ve ölüm için haklarını sonuna kadar kullandılar.
Onca azar, talan, ölüm ve aşağılamalar.
Alın size özgür ortam ve düşünce özgürlüğü.
Osmanlı’da ve Cumhuriyet döneminde düşüncelerinden ve inançlarından dolayı baskı görenlerin acıları hala tazeliğini kuruyor.
Yaşamlarının hiçbir döneminde ne eline silah almışlardır, ne de şiddeti öven yazıları olmuştur. Ama yarattıkları şiir, romanı, filmi, öyküsü, resmi ve müziği hep egemenleri rahatsız etmiştir.
Egemen kim mi?
Baskının olduğu yerde siyasal ve ekonomik gücü elinde kim tutuyorsa odur. Çünkü siyasal güç kendi yargısını ve hukukunu oluşturur. Bu güç kraldan, padişahtan, tirandan, oligarşi güçlerden, dinsel kaynaklardan kaynaklanabilir.
Hepsinin ortak noktası kendi çıkarları ve devamlılıkları için üretilen her düşünceyi kendileri için tehlikeli buldular mı yasaklamaktır.
1450’li yıllarda Avrupa’da 1750’li yıllarda Osmanlı’daki matbaanın etkisiyle yeni düşünceler hızla yayılmaya başlamıştır. Cin artık şişeden çıkmış, bütün toplumları sarar olmuştur.
Osmanlı’daki göreceli din özgürlüğü, sanki Osmanlı Devleti’nde düşünce özgürlüğü varmış gibi sunulmaktadır. Düşünce özgürlüğü cemaatlerin özgürlüğü olarak algılanmıştır. Oysa Osmanlı’da cemaatler içindeki bireylerin özgürce davranıp düşüncelerini ifade etmesi mümkün değildir.
Günümüzde siyasal partiler içinde dahi düşünce özgürlüğü yok gibidir. Genel başkan ne derse odur. Farklı düşünüp eleştirdiğinde eleştirinin gerekçesine hiç bakılmadan ya atılırsınız ya da bir daha aday gösterilmezsiniz. Bunu bilenler ağızlarını açmazlar. Eskiden ülkemizde bir padişah varmış, şimdi ne kadar genel başkan varsa kendi örgütü içinde birer padişah gibiler.
İşin komik ve gülünç yönü, kendi partisi içinde demokrasi ve düşünce özgürlüğünün gelişmesine izin vermeyen toplumda demokrasiyle yönetileceğimizi zannetmemiz.
Aklın yolu birdir deriz. Aklın yolu birse niye düşünceler farklı olsun ki. Aklın yolu bir değil, birden çok aklın yolu vardır.
Bulunduğunuz yerden dağı farklı görürsün. Gördüğünüz biçimde tanımlarsınız. Demek farklı görünüşleri bir araya getirdiğimizde dağı tam olarak algılamış oluruz. Ama sadece bir açıdan bakılanı doğru saydığımızda çok kısıtlı görünüm ortaya çıkar. Gerçeğin büyük bir kısmı yok olmuş olur.
Demokrasilerde genelde çözüm yolu olarak her farklı düşüncenin ifade edilmesini sağlamaktır. Yok, şunu söylersen bölücü olursun, yok şunu söylersen günah işlersin, yok şunu söylersen bu toplumsal geleneklerimize ters düşer dediğimizde, düşüncenin ifade edilmesini ve düşüncenin üretilmesini engellemiş oluruz.
Bakın, doğu toplumlarına nerede düşünce üretimi zayıfsa orada düşünce özgürlüğü üzerinde büyük baskı vardır. Sanatçılar, yazarlar genelde aykırı ve farklı olan, farklı düşünen kişilerdir.
Düşünce özgürlüğü karşıtı olanlar işlerine gelmediği zaman “ya sev ya terk et” denmeyi bir marifet sayarlar. Ya da sanatçıya hemen “kendine yaşayacak başka ülke bul” derler.
Farklı düşünce ve muhalif düşünceye saygı duymayı bir kenara bırakalım, yok etmeye çalışırlar. Toplumda, bilimin ve sanatın gelişmesinin için özgür ortam ve düşünce özgürlüğünden geçtiğini kavradığımız zaman, toplumsal sorunlarımızın da kolayca çözüleceğini bilmemiz gerek.
Düşünceden ve düşünce özgürlüğünden korkanlar gelecekten korkanlardır. Günümüzde ne kadar güçlü gözükseler de gelecekte onların yeri yoktur.
Düşünce özgürlüğünün kısıtlanması, sanıldığı gibi sadece siyasal iktidarlardan kaynaklanmaz. En büyük kısıtlama bireyin kendi içinde yaşadığı korkudan, iç denetimden kaynaklanır. Düşünce özgürlüğünü kısıtlayan “sansür” uygulaması günümüzde ortadan kalkmış gibi gözükür. Sansür asla kalkmamıştır, yöntem ve şekil değiştirmiştir. İstenilmeyen ve beğenilmeyen düşünce ve yazılar çok kolayca manipüle edilebilmekte ya da iletişim araçlarında yayınlanmasının önüne geçebilmektedirler.
Bir zamanların meşhur devlet adamı ne demişti: “Biz insanların ne düşündüğüne karışmıyoruz. Sadece söyleyip, yazmasınalar yeter.” Bu büyük devlet adamı ve düşünürü böyle buyurmuştu!
Günümüzün en dramatik olayı, düşünce üzerine bir kitap çıkarmaya çalışırken sanatçı ve yazarların bu düşüncelerinin yasaklanması, hazin bir durumdur. Düşünceye karşı düşünce üretemeyenlerin sığındığı yer yasak ve sansür oluyor.
Düşüncelerini özgürce ifade edemeyen toplumlarda şiddet adeta meşrulaştırılmıştır. Derdini konuşarak yazarak ifade edemeyen birey, örgüt ve toplumlar sonunda kendini ifade şeklini şiddete başvurarak ortaya koyarlar.
Şöyle yeryüzüne bakın, nerede geniş basın ve düşünce özgürlüğü varsa orada uzlaşma ve sorunlarını konuşarak çözmek vardır. Nerede baskı ve kısıtlama varsa, orada şiddetin her türlüsüne başvurulur.
Şiddeti kutsayan toplumlara bakın, eğitimin, sanatın, bilimin ve düşünce özgürlüğünün cılız geliştiğini ya da gelişmediğini görürsünüz. Gerek toplumsal gerek bireysel yaşantılarımızı ince eleyip sık dokumalıyız.
Kendi ürettiğimiz değerlerle yaşantımızı yönlendirdiğimiz zaman bu başkalarının değil kendi yaşantımız olur. Kendi değer ve düşüncelerimiz oluşturmak da “düşünce özgürlüğü” ve “eleştirel düşünce” ortamının oluşmasına bağlıdır.
Sorgulanmayan toplumsal ve bireysel yaşam tam yaşanmış sayılmaz. Sorgulama ve düşünce ortamı oluşturmak sanıldığı gibi kolay değildir. Değerler, yargılar, dinsel inanışlar, gelenekler bir duvar gibi kişinin ve toplumun karşısına çıkar. Hele eleştirel düşünmek daha da zordur.
Burada düşüncelerimin dikkate alınmasını istiyorum. Olduğu gibi kimsenin onaylamasını beklemiyorum, sadece dikkate alınmasını istiyorum.
Bırakın herkes konuşsun mu diyorsunuz?
Kim konuşacak?
Kimler adına konuşacak?
Kendisi olabilecek mi?
İşte soru bu…
İzin verilen, desteklenen, pompalanan yazar çizer mi?
Yoksa muhalif olanlar mı?
Farklı olanlar mı?
Kimlerin sesi daha çok çıkıyor?
Benim borum ötüyorsa, demokrasi var, yoksa yok demekten ne zaman kurtulacağız.
İşte zurnanın zırt dediği yerde burası.
Bir gecede demokrasi gidiyor ve geliyor.
Çünkü zurnayı çalanlar değişiyor.
Sahi bu yazıyı okuyanların borusu mu ötüyor?
Yoksa zurnanın zırt dediği yerde misiniz?
Bulunduğunuz yerden özgürlük ve düşünce özgürlüğü nasıl gözüküyor?
Haydi, güneş ve at gözlüklerimizi çıkarıp bir bakalım ne gözüküyor.
Muhsin YAZICI – 09.11.2024
www.bilimsanatyolu,com
Yorum gönder