Günün öyküsü: Zaman ve çocuk
Anne bağırır:
-“Çabuk ol, servisi kaçıracaksın!”
Baba kükrer:
-“Ne yatmasını biliyorsun, ne kalkmasını!”
Sabahları günesin doğuşunu bilmez çocuk. Hiç aydınlanmadan kalkar içi. Taze bir sabah, bayat bir günün devamıdır çok zaman. Her sabah adına yuva denen, adına kreş denen o yere bırakılır. Başkalarının annesinde, kendi annesinin hasretini çeker gün boyu.
Sabahın köründe,
-“Benim annem ne zaman gelecek?” diye gözyaşları çeker solgun yüzüne dizi dizi. Akşam ne uzundur. Yuva nice gürültülü.
Sevgilerini konuşurlar efkârlı saatlerde.
-“Benim babam beni çok seviyor.”
-“Hayır, benim babam beni daha çok seviyor.”
-“Hadi oradan, beni hem babam hem annem daha çok seviyor.”
Başkalarının babası kendi çocuklarını çok severse, sanki kendi babalarının sevgisi azalacakmış gibi kavga ederler. En çok sevilen olmaktır tutkuları.
Her pazartesi ne kadar sevildiklerinin ispatını yapmaya koyulurlar.
Pazartesileri hep böyle geçer. Herkes kendi babasının en sevgili baba olduğunu ispat etmeye çalışır. Öteki çocuklar yeni sevgi ispatlarını ortaya koydukça içini bir ürperti kaplar. Başkalarının babası çocuklarını daha çok mu seviyordur acaba? O reklam gelir aklına. Kahrolası reklam.
-“Evinizi seviyorsunuz, arabanızı seviyorsunuz… Beni sevmiyor musunuz?”
İnanmak üzeredir onu sevmediklerine. Arka koltuğa gazoz döktü diye ne çok bağırmıştı babası. Ama olsun, arkadaşlarına bunu anlatmazsa eğer, babasının arabasını kendisinden çok sevdiğini nereden bilecekler. Keşke her pazartesi en sevilen evlat oyununu oynamak zorunda kalmasaydı. Bunun için pazartesileri hep hasta numarası yapması. Uyanamaması.
En sevilen çocuk olmak yarışması, bilseniz ne kadar zor diyebilse bir gün, her şey ne kadar kolay olacak. Oyunu değiştirebilirdi. Bu oyunun mağlubu olduğunu arkadaşları öğrenecek diye her Pazartesi karanlık bir kuyu olmazdı o zaman.
Herkesin annesinin ve babasının ne kadar iyi anne baba olduğu, çünkü onlara ne çok pahalı oyuncak aldıklarının konuşuldukları bir sıra “beni anneannem çok sever” diye bağırıverdi.
-“Anne biliyor musun bugün yuvada ne oldu?”
-“Görmüyor musun? Telefonla konuşuyorum.”
Hiç kimsenin sevdiği şey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu, babası arabayı seviyordu. Her şey erteleniyordu telefon ve araba söz konusu olduğunda. Bir de eve misafir gelecek oldu mu kendisine hiç yer kalmıyordu.
Nerelere gitsindi? Annesi kapattı telefonu. Mutfaktan tencere kaşık sesleri geliyordu. Koşarak yanına gitti.
-“Sana yardım edeyim mi?” dedi en sevimli halini takınarak.
Annesi manalı manalı baktı.
-“Hayırdır. Bir yaramazlık filan. Bak bir de seninle uğraşmayayım. Çok yorgunum zaten.”
Yorgunluk nasıl bir şeydi. Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında anneannesi oyuncağı yavaşça elinden alır,
-“Nasıl yorulmuş yavrucak. Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni” diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi.
Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer, ne diye annesi kendisiyle böyle kızgın kızgın konuşuyordu.
-“Anneciğim yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Anneannem öyle söylüyor.”
-“Uykuya dalayım da gül kokuları kusur kalsın. Yorgunluktan ölüyorum.”
Bu kelimeden nefret ediyordu. Yorgunum. Yorgun olduğumdan. Böyle yorgun yorgunken…
-“Anneciğim sen yorulma diye…”
-“Yemekte konuşuruz çocuğum. Bankada işler yetişmedi. Baban gelene kadar bunları bitirmem lazım. Hadi sen oyna biraz.”
-“Hani siz yoruluyorsunuz ya…”
-“Eeee….”
-“Ben de oynamaktan yoruluyorum.”
-“Ne yapayım?”
-“Bilmem…”
Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı. Işıklar söndü birden. Annesi öfkeyle söylenmeye başladı.
-“Mum da yok” diye diye karıştırdı dolapları el yordamı.
Çocuk sırtüstü yatıp, anneannesinin köyünü düşündü. Gaz lambasının ışığında deli tavşan masalını anlatışını. Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne. Anneannesi gibi iki ellerini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavşan kafası yaptı.
-“Bak deli tavşan” diyerek parmaklarını oynattı.
Yoldan gecen arabaların farları duvardaki tavşana yol açtı. Tavşan alabildiğine hür dolaştı sağda solda. Otlarla kuşlarla konuştu. Sonra yorgun düştü. Duvardaki görüntü o minik avuçların açılmasıyla kayboldu. Kolu yavaşça kanepeden aşağı sarktı.
Neden sonra ışıklar geldi. Kadın çocuğun hiç konuşmadığını akıl etti birden.
Kanepeye koştu. Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı. Masanın üstündeki dosyalara baktı iğrenerek. Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini.
Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu. Çocuk sanki bu öpücüğü bekliyormuşçasına:
Kadın, sevilmek için randevu alan çocuğuna bakarak sabaha kadar ağladı…
www.bilimsanatyolu.com
Yorum gönder