Günün öyküsü: Rialto’da Üst Kat
Önyargı, sadece aptalların mantığıdır. Voltaire
1950 yılında apartmandan taşınıp, babamın yaptığı eve yerleştiğimizde Lucille, bizim için çalışmaya gelmişti. Evde yapılması gereken çok iş vardı ve annem de biraz yardım alarak, hala babamın dükkanında çalışabiliyordu.
Evden dükkan arasındaki mesafe epey uzundu. İlk önce otobüse biniyorduk. Ama artık otobüsü beklemekten yorulduğumuz için yürümeyi tercih ediyorduk. Lucille ise, hep otobüsü kullanırdı çünkü “rayların diğer tarafında “yaşardı. Yürünemeyecek kadar uzun bir mesafeydi bu.
Bizim semtimizdeki bütün “renkli” insanlar “rayların diğer tarafında” yaşarlardı. Demiryolu bizim, Mason-Dixon hattımızdı. Bir ya da iki kere babamla, Lucille’in evine ütülenecek eşyaları bırakmaya gittiğimde, Güney’deki fakir “renkli” insanların ne koşullarda yaşadıklarına şahit olur, Lucille’in de bu kötü şartlarda yaşamasına üzülürdüm. Bazılarının kenarında paslı boruların çıktığı bütün o küçük evlerin boyaya ihtiyaçları vardı. Bahçeler eski arabalarla, fırınlarla ve kırık dökük eşyalarla doluydu. Oraya ilk gittiğimde, Lucille için utanmıştım çünkü onun da öyle hissettiğini düşünmüştüm. Daha sonra belli belirsiz şaşırmıştım. Bizim yaşamımızla, “renkli” insanların yaşamı arasında neden bu kadar büyük fark olduğunu anlayamamıştım. Rayların diğer yanı, ötekinden çok ama çok farklıydı. Bir gün babama bunun nedenini sormuştum. “Çünkü böyle” demişti bana.
Annem babam kesinlikle ayrım yapmazlardı. Özellikle de annem. O herkesi çok severdi. Ama ne de olsa onlar da, kendi zamanlarının ürünüydüler, bu nedenle annem de, kentte yaşayan her kadın gibi hizmetçimiz olan Lucille’e “zenci” derdi. “O çok harika bir zenci!” derdi Lucille için. “Ailemizden biri gibi…”
Lucille böyle küçük düşürücü laflara karşı toleranslıydı. Günün birinde onunla beraber öğle yemeği yerken, “Kız kardeşim, seninle birlikte yemek yememi istemiyor, çünkü sen “zenci” ymişsin” deyiverdim. Lucille bu sözüm karşısında gülümsemiş ve fıstık ezmeli ekmeğini afiyetle yemeğe devam etmişti. Başka bir seferinde de, hayran olduğum ellerinin nasıl oluyor da, bir tarafının pembe, diğer tarafının kahverengi olduğunu sormuştum. Lucille gülmüş ve ” Çünkü Tanrı böyle yarattı.” demişti.
Yemeklerden sonra ağzımı silen ve spor salonunda çıktığımda elimi tutan o ellerin yumuşaklığını çok severdim. Lucille elimi tutunca kendimi güvene hissederdim. Onun, benim kendimi güvende hissetmemi sağlayan bir otoritesi vardı.
Bir gün, annem, Lucille’le birlikte sinemaya gidebileceğimi söylediğinde, çok mutlu olmuştum. Çünkü gerçekten çok yapmak istediğim bir şey vardı ve bunu Lucille olmadan gerçekleştiremezdim. Rialto tiyatrosunda balkon kısmında oturmak istiyordum.
Balkon benim için yasak meyve gibiydi. Beyazların girmediği o bölümde neyin farklı olduğunu çok merak ediyordum. Neden merdivenlerin başında bir görevli, sadece “renkli” çocukların yukarı çıktığını kontrol ediyordu? Neden sadece onlar yukarıdaki koltuklara oturuyorlardı da biz oturamıyorduk?
Annemin aklından, Lucille birlikte balkonda oturacağımızın geçip geçmediğini bilmiyorum, ama sanırım bu onun için fark ederdi. Öte yandan, Lucille de, belki de hayatında ilk kez, benim yanında olmam sayesinde, daha temiz ve daha sessiz olan aşağıdaki kısımda oturma ayrıcalığını elde edebilirdi.
“Ben onunla beraberim” dedi görevliye. Tiyatroya girerken ellerimi sıkı sıkı tutuyordu.
“Yukarı kata” diye yanıt verdi görevli, balkonun kapısını göstererek.
“Evet Lucille ” diye yalvardım ben, “Haydi yukarı çıkalım, lütfen, lütfen…”
Lucille bana şaşkınlıkla baktı:
“Tatlım, emin misin?” diye sordu başını iki yana sallayarak.
“Haydi gel bakalım” dedi gülümseyerek
Ben doğrudan ilk sıranın ortasına oturdum. Ne kadar yüksekteydik! Ve önümde kimsenin kafası yoktu! Koltuğumun kırık olduğunu ve patlamış mısırla dolu yerde halı olmadığını fark etmemiştim bile. Fragmanlar başladığı anda herkes sustu.
Film sona erdiğinde, Lucille ve ben, örgülü saçlı çocukların oturduğu kalabalık arasından aşağıya indik. Fuayede herkesin arasında dururken, bir kaç beyaz çocuğun bize bakıp:
“Hey şuraya bakın! Zencileri çok seviyor galiba!” dediklerini duydum. Bizimle dalga geçmeye, kötü tekerlemeler söylemeye başlamışlardı.
Bana güldüklerini fark ettim. Midemde hissettiğim duygu neredeyse kusmama sebep olacaktı. Çok korkmuştum, dehşete kapılmıştım, hasta olmuş, utanmış ve kendimi çok suçlu hissetmiştim. Lucille’e tutundum. Beni dışarı, temiz havaya çıkarttı.
“Bunlara çok fazla kafana takma” dedi bana, paltomun düğmelerini iliklerken. Ama gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmeye başlamıştı bile. Lucille için mi kendim için mi ağladığımdan emin değildim. Sadece bir zavallı gibi hissediyordum kendimi. Sanki daha benim olduğunu bile bilmediğim bir şeyleri kaybetmiştim. Lucille mendilini çıkartıp, o uzun narin parmaklarıyla gözyaşlarımı sildi.
“Onlar, seninle benim ne kadar iyi arkadaşlar olduğumuzu bilmiyorlar. Aptal çocukların teki onlar.”
Bana sarıldı ve elimi, ellerinin arasında aldı. Sessizce eve yürüdük.
Olanları ne anneme ne de bir başkasına anlatmıştım. Çok büyük ve çok önemliymiş gibi gelmişti bana. Bu, benim ve Lucille’in sırrıydı sadece o anlayabilirdi. Bizim eve geldikten sonra her gün Lucille ile yemek yiyordum. Ne zaman babamla Lucille’in evine çamaşır götürsek, yukarıya koşup ona mutlaka sarılırdım. Onun kemikli kollarını hissetmekten hoşlanırdım. Ve her şeyden çok, onun yaşadığı semtte bizi beraber görenlerin tek bir kelime bile etmemesini severdim.
Elayne Clift
www.bilimsanatyolu.com
Yorum gönder