Bertrand Russell’ın muhteşem Nobel Ödülü kabul konuşması
Bertrand Russell (18 Mayıs 1872-2 Şubat 1970), insanlığın en berrak ve aydınlık zihinlerinden birisidir. “İyi yaşam”ın gerçekte ne anlama geldiğinden; mutluluk, cinsellik ve ahlaki hurafelerimizin “verimli monotonluk” için neden gerekli olduğuna kadar her konuda zamansız bir bilgeliğin kahinidir.
Bertrand Russel 1950 yılında, “insani idealleri ve düşünce özgürlüğünü savunduğu çeşitli ve önemli yazıları” nedeniyle Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. O yılın 11 Aralık günü, 78 yaşındaki Russell, Stockholm’de büyük ödülü almak üzere sahneye çıktı.
Konuşması, içerisinde sanat, yazı ve yaratıcılığın doğası üzerine Nobel Edebiyat Ödülü almış olan en genç kadın Pearl S. Buck’ı da barındıran Nobel Writers on Writing adlı esere dahil edildi. Russell’ın konuşması, bir sahneden gerçekleştirilmiş olan en güzel insan düşüncelerinden birisidir.
Russell, insan davranışını yönlendiren temel güdüyü ele alarak başlar:
Tüm insan faaliyetleri arzular tarafından yönlendirilir. Bazı ahlak kuramcıları tarafından, görev ve ahlaki ilkeler uğruna arzulara karşı koymanın mümkün olduğuna dair tamamen yanlış bir teori ileri sürülmektedir. Yanlış olduğunu söylememin sebebi, hiçbir insanın görev duygusuyla hareket etmemesi değil; görev duygusunun, kişi görev bilinciyle hareket etmeyi arzu etmediği sürece onun üzerinde hiçbir etkisinin olmamasıdır. İnsanların ne yapacağını bilmek istiyorsanız, yalnızca veya esas olarak maddi koşullarını değil, aynı zamanda göreceli güçleriyle birlikte arzularının tüm sistemini bilmeniz gerekir.
İnsan hayvanlardan çok önemli bir açıdan ayrılır, o da tabiri caizse sonsuz olan, asla tam olarak tatmin edilemeyen ve onu cennette bile huzursuz edecek bazı arzulara sahip olmasıdır. Boa yılanı, yeterince yemek yedikten sonra uykuya dalar ve tekrar acıkana kadar uyanmaz. İnsanlar çoğunlukla böyle değildir.
4 sonsuz güdü
Russell, dört sonsuz güdüye işaret eder: açgözlülük, rekabet, gösteriş, iktidar aşkı.
Açgözlülük, mümkün olduğunca fazla eşyaya veya mülkiyet hakkına sahip olma isteğidir. Sanırım kaynağı korku ile ihtiyaç arzusunun birleşimine dayanan bir güdüdür. Bir zamanlar, bir kıtlık sırasında açlıktan ölmekten kıl payı kurtulan Estonyalı iki küçük kızla arkadaş olmuştum. Ailemle birlikte yaşıyorlardı ve tabii ki bol bol yemek yiyorlardı. Ancak tüm boş zamanlarını komşu çiftlikleri ziyaret ederek ve patatesleri çalıp istiflemekle geçiriyorlardı. Çocukluğunda büyük bir yoksulluk yaşayan Rockefeller, yetişkin hayatını da benzer bir şekilde geçirdi.
Ne kadar çok şey elde ederseniz edin, her zaman daha fazlasını elde etmek isteyeceksiniz; doygunluk her zaman elinizden kaçacak bir hayaldir.
Henry Miller da 1938’de paranın nasıl bir insan saplantısı haline geldiğine dair yazısında bu temel itici gücü ele almıştır. Russell’a göre bu temel itici güç daha da güçlü bir itici güç tarafından gölgede bırakılıyor: Rekabet eğilimi.
Ona göre rekabet, insan narsisizminin gölgesinde kalmaktadır. Günümüz sosyal medyası bağlamında iki kat daha dokunaklı bir duygu ile gözlemde bulunuyor:
Gösteriş, muazzam bir güdüdür. Çocuklarla fazla haşır neşir olan herkes, onların nasıl sürekli bir şeyler yaptıklarını ve “Bana bakın” dediklerini bilir. “Bana bak” insan kalbinin en temel arzularından biridir. Soytarılıktan ölüm sonrası üne kadar sayısız biçime bürünebilir.
Üç yaşındaki bir çocuktan, dünyanın karşısında titrediği bir hükümdara kadar, insan hayatı boyunca gösterişin etkisini göz ardı etmek neredeyse imkansızdır.
İktidar aşkı
Ancak Russell’a göre bu dört dürtü arasında en güçlüsü iktidar aşkıdır:
İktidar aşkı gösterişle yakından ilişkilidir, ancak hiçbir şekilde aynı şey değildir. Gösterişin tatmin için ihtiyaç duyduğu şey ihtişamdır ve güç olmadan ihtişama sahip olmak kolaydır… Birçok insan ihtişamı güce tercih eder, ancak genel olarak bu insanlar olayların gidişatı üzerinde gücü ihtişama tercih edenlerden daha az etkiye sahiptir… Güç, gösteriş gibi doyumsuzdur. Her şeye kadir olmaktan başka hiçbir şey onu tamamen tatmin edemez. Özellikle enerjik insanların zaafı olduğu için, iktidar aşkının nedensel etkisi sıklığıyla orantısızdır. Gerçekten de bu, önemli kişilerin hayatlarındaki en güçlü güdüdür.
İktidar aşkı, güç deneyimiyle büyük ölçüde artar ve bu, küçük güçler için olduğu kadar kudretliler için de geçerlidir.
Herhangi bir otokrattık rejimde, gücü elinde bulunduranlar, gücün sağlayabileceği zevkleri tecrübe ettikçe giderek daha zalim hale gelirler. İnsanlar üzerindeki güç, onlara yapmak istemedikleri şeyleri yapmaya zorlayarak gösterildiğinden, iktidar aşkıyla hareket eden insan, zevke izin vermektense acı çektirmeye daha yatkındır.
Ancak nüanslara ve yaşamın örülü olduğu ikilemlere karşı olağanüstü bir duyarlılığa sahip bir düşünür olan Russell, iktidar aşkını tamamen olumsuz bir itici güç olarak görmemek konusunda uyarıyor. Bilinmeyene hükmetme dürtüsünden, bilgi arayışı ve tüm bilimsel ilerleme gibi arzu edilen şeylerin kaynaklandığına dikkat çekiyor. Verimli tezahürlerini şöyle değerlendiriyor:
Eğer politikacıysanız…
İktidar aşkını bir dürtü olarak tümüyle reddetmek tam bir hata olacaktır. Bu dürtünün sizi yararlı eylemlere mi yoksa zararlı eylemlere mi yönlendireceği, sosyal sisteme ve sizin kapasitenize bağlıdır. Kapasiteleriniz teorik veya teknik ise, bilgi veya tekniğe katkıda bulunacaksınız ve kural olarak faaliyetiniz faydalı olacaktır.
Eğer bir politikacıysanız, iktidar aşkıyla hareket ediyor olabilirsiniz, ancak kural olarak bu dürtü, bir nedenden ötürü statükoya tercih ettiğiniz bazı durumların gerçekleştiğini görme arzusuyla birleşecektir.
Russell daha sonra bir dizi ikincil dürtüye yönelir. İnsan yaşamında can sıkıntısı ve heyecanın etkileşimine dair kalıcı fikirlerini yineleyerek, heyecan aşkı kavramıyla başlar:
Deneyimler, her ne olursa olsun can sıkıntısından kaçmanın neredeyse tüm insanların en güçlü arzularından biri olduğunu göstermektedir.
Bu sarhoş edici heyecan aşkının, beden ve zihin arasındaki doğal bağı kıran modern yaşamın hareketsiz doğası tarafından daha da güçlendirildiğini savunuyor. Thoreau’nun hareketsiz yaşam tarzına karşı enfes çıkışından bir asır sonra Russell şöyle yazıyor:
Zihinsel yapımız çok ağır fiziksel emek gerektiren bir yaşama uygundur. Gençken tatillerimi yürüyerek geçirirdim. Günde yirmi beş mil yol kat ediyordum ve akşam olduğunda can sıkıntısından kurtulmak için hiçbir şeye ihtiyacım yoktu, çünkü oturmanın keyfi bana yetiyordu. Ancak modern yaşam bu fiziksel olarak yorucu ilkelerle yürütülemez. İşlerin büyük bir kısmı hareketsizdir ve çoğu el işi sadece birkaç özel kası çalıştırır.
Trafalgar Meydanı’nda toplanan kalabalıklar, hükümetin kendilerini öldürtmeye karar verdiğine dair bir duyuruyu yankılandırmak için tezahürat yaptıklarında, o gün hepsi yirmi beş mil yürümüş olsalardı bunu yapmazlardı. Eğer insan ırkı hayatta kalacaksa, heyecan aşkını üreten kullanılmayan fiziksel enerjinin masum bir şekilde dışarı atılmasını sağlayacak başka yollar bulunmalıdır… Dans salonlarından çıkan bir savaşı hiç duymadım.
Uygar yaşam tamamen evcilleşti. Bence her büyük şehirde insanların kanolarla inebileceği yapay şelaleler ve mekanik köpekbalıklarıyla dolu yüzme havuzları bulunmalıdır. Önleyici bir savaşı savunduğu tespit edilen herkes bu dahiyane canavarlarla günde iki saat geçirmeye mahkum edilmelidir.
Dünyada hiçbir şey ani bir keşif ya da icat anından daha heyecan verici değildir ve bazen düşünüldüğünden çok daha fazla sayıda insan bu tür anları yaşama kapasitesine sahiptir.
Çeviren: İlkim Atılgan / İstinye Üniversitesi Tıp Fakültesi
Kaynak: www.herkesebilimteknoloji.com/haberler/toplum/bertrand
www.bilimsanatyolu.com
Yorum gönder