Utanç İmparatorluğu: İngiltere
Hindistan, İngiltere’nin refahı için vazgeçilmez hale geldikçe milyonlarca Hindistanlı pekala önlenebilir kıtlıklarda, açlıktan can vermeye başlamıştı.
İngiltere’nin acımasız ekonomi politikalarından ötürü İngiliz Sömürgeciliği Holocaust’u diye tabir edilebilecek olan bu durumun sonucu olarak 30 ila 35 milyon Hindistanlı açlıktan can vermişti.
Hindistan’da insanlar açlıktan kırılırken milyonlarca ton buğday İngiltere’ye gönderiliyordu. Yardım için oluşturulan kamplara toplanan insanlara yeterince yiyecek verilmediği için neredeyse tamamı ölmüştü.
Hindistan’da yaşanan son büyük kıtlığın İngiliz idaresi zamanında yaşanmış olması dikkat çekicidir. İngilizler ülkeden çekildikten sonra hiç kıtlık yaşanmamıştır, çünkü Hindistan demokrasisi kuraklık ve kıtlıktan etkilenen bölgelere İngiliz yönetimi ile kıyaslanamayacak derecede hassasiyet göstermişlerdir.
Nobel ödüllü araştırmacı Amarrya Sen’e göre özgür basının olduğu demokrasilerde kıtlık olamazdı. Bunun sebebi hesap verilebilirliğin, beraberinde ivedi müdahaleyi getirmesiydi. Sen’in detaylı ve istatistik! Çalışması, şimdi hemen herkes tarafından kabul edilen bir kuramı ortaya çıkartmıştı. Kıtlıklar hemen her zaman önlenebilirdi, çünkü kıtlığın sebebi yeterli gıdanın olmaması değil, mevcut gıdanın nasıl dağıtıldığı ile ilgiliydi.
Demokrasilerde ise hükümet gıdanın adil bir şekilde, mümkün olduğunca en fazla insana dağıtılmasını sağlardı. Hindistan’daki İngiliz idaresi ise demokrasinin ve hesap verilebilirliğin olmadığı bir yerde neler yaşanabileceğinin örneğiydi.
İngilizlerin idaresi sırasında yaşanan en büyük kıtlıklar şunlardır:
Büyük Bengal Kıtlığı (1770),
Madras (1782-83),
Delhi’deki Chalisa Kıtlığı (1783-84),
Haydarabat civarındaki Doji bara Kıtlığı (1791-92),
Agra Kıtlığı (1837-38),
Orissa Kıtlığı (1866),
Bihar Kıtlığı (1873-73),
Güney Hindistan Kıtlığı (1876-77),
Hindistan Kıtlığı (1896-1900),
Bombay Kıtlığı (1905-06) ve en kötüsü
Bengal Kıtlığı (1943-44).
Ölü sayısı ise korkunçtur: l 770’ten 1900′ e kadar 25 milyon kişi ölmüştür.
19. yüzyılın sadece ikinci yarısında ortaya çıkan beş kıtlıkta ölen insan sayısı 15 milyondur.
20. yüzyıldaki kıtlıklarda ise yaklaşık 35 milyon insan hayatını kaybetmiştir.
William Digby’ye göre 1793’ten 1900’e kadar geçen 107 sene içerisinde yaşanan tüm savaşlarda, bütün dünyada sadece beş milyon insan ölmüştür. Oysa, 1891’den 1900’e kadar, sadece dokuz sene içerisinde Hindistan’da 19 milyon kişi açlığa yenik düşmüştür.
Bengal kıtlığı
Ölüm oranlarını mukayese etmek elbette doğru değildir, ancak İngiliz idaresi altındayken 35 milyon insanın kıtlıktan ve hastalıktan ölmesi Stalin’in kolektivizasyon politikası sebebiyle 25, Mao’nun kültür devrimi sebebiyle 45 ve İkinci Dünya Savaşı sebebiyle 55 milyon insanın ölmesi ile aynı kategoride sayılabilir.
Sömürgeci soykırımın sebep olduğu ölümler, modern dönemde insanın insana karşı işlediği vahşetin en ürpertici örneklerinden biridir. Sömürgeci idarenin sonlarına doğru kıtlıklar Hindistan’da siyasi çekişmelerin önemli bir aracı haline gelmişti.
Kıtlıkların sürekli tekrar etmesi, İngilizlerin iyi idare hususunda verdikleri sözleri tutmamaları ve çok sayıda insanın telef olması Hindistan’ın milliyetçi önderlerini harekete geçen unsurlardandı.
Dadabhai Naoroji meşhur ‘ekonomik drenaj’ ve ‘Hindistan’daki gayr-ı İngiliz yönetim’ teorilerini Orissa’da şahit olduğu tüyler ürpertici ölümlerin ardından geliştirmişti. O ana kadar İngiliz liberalizminin bir hayranı olan Naoroji, artık hayal kırıklığını gizleyemez hale gelmişti.
Şöyle yazmıştı:
-“Bu dönemde can ve mal güvenliğimizin daha iyi durumda olduğuna şüphe yoktur. Ancak, bir buçuk milyon insanın bir kıtlıkta can vermesi, güvence altına alınmış olan can ve mala ne kadar değer verildiğini trajik bir şekilde göstermektedir.”
İngilizler, idarenin iolanaklarını seferber ederek kıtlıklara müdahale etmek istemiyorlardı.
Bunun üç sebebi vardı. Birincisi serbest piyasa kuralından vazgeçmiyorlar, piyasaya müdahale etmiyorlardı. İkincisi Malthus doktrininden harekede toprağın besleyebileceğinden fazla nüfusun kaçınılmaz olarak öleceğini, dolayısıyla nüfusun ‘ideal’ seviyeye geleceğini düşünüyorlardı. Üçüncüsü mali kaynakları, önceden bütçe ayrılmayan bir iş için harcamaktan kaçınıyorlardı.
İngilizler aynı sebeplerle İrlanda’daki kıtlığa ya da kıtlığa bağlı olarak Amerika’ya verilen göçlere müdahale etmemişlerdi. 19. asrın ortalarında
Dinyar Patel şu sözleri kaydetmişti:
-“Hükümetin kıtlıklara müdahale etmesinin gereksiz olduğu, hatta zararlı olacağı herkesin kabul ettiği iktisadi bir tutumdu. Piyasa doğru dengeyi kendisi bulacaktı. Malthus ilkelerine göre anormal sayıdaki ölüm tabiatın fazla nüfusa verdiği bir yanıttı.”
Bölgeyi ziyaret eden Bengal valisi Sör Cedi Beadon,
-“Bu gibi durumlar takdir-i İlahi olup bunları engellemek ya da mevcut durumla başa çıkmak için hiçbir hükümetin elinden bir şey gelmez,” demişti.
Orissa Kıtlığı sırasında gıda fiyatlarının düşmesi için hiçbir adım atmamasından ötürü yapılan eleştirilere ise,
-“Şayet böyle bir şey yapmaya kalkarsam eşkıyadan ya da hırsızdan bir farkım kalmaz,” şeklinde yanıt vermişti.
Adam Smith’in ortaya koyduğu serbest piyasa kurallarına oldukça sadık olan ve siyasi ününe zeval gelmesinden çekinen vali, ekonominin ‘doğal ilkelerine’ müdahale etmektense Orissa’daki insanların açlıktan ölmelerini yeğlemişti. Bu durumun bazı İngilizlerin vicdanında yara açtığını söylemek gerekir.
Hindistan’dan sorumlu devlet bakanı Salisbury, Orissa kıtlığının baş gösterdiği haberi geldikten iki ay sonra harekete geçmesinden ötürü kendisini hiç affedemediği söylenir. Bu geç kalışı bir milyon insanın hayatına mal olmuştu. İngiliz idareciler, hiç yoksa 1860’lardan itibaren kıtlıkların, yiyecek eksikliğinden değil insanların ekmek alacak paralarının olmamasından, daha akademik bir tabir ile ‘kuraklık ve hasatta yaşanan sorunların yarattığı piyasa koşullarına bağlı olarak ortaya çıkan karmaşık ekonomik krizden’ kaynaklandıklarını biliyorlardı.
Madras kıtlığı
Bu krizin sebebi İngilizlerin bahsettiği ve kendi sömürge idarecilerine isnat ettikleri ithamların ötesindeydi. Salisbury kılını kıpırdatmadığı ve bir buçuk milyondan fazla insanın can verdiği Orissa Kıtlığı devam ederken İngilizler, İngiltere’ye, sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi 90 milyon tondan fazla pirinç ihraç etmişlerdi.
Sürekli kıtlık yaşanması, bir taraftan İngilizlerin ekmeğine yağ sürüyordu, zira Hindistanlıların İngiliz idaresine ve gözetimine muhtaç olduğu ve kendileri olmasa neredeyse bütün Hindistanlıların açlıktan ölebileceği iddialarını ortaya atabiliyorlardı. Bir taraftan da resmi raporlarında ve kıtlıkla ilgili geçtikleri bilgi notlarında, İngilizler kendileri haricince hemen her şeye suç buluyorlardı; nüfus fazlası, pirinç üretiminin düşmesi, iklim, kontrol edilemeyen faktörler, ulaşım ağındaki eksiklikler ve hatta yerel kültür.
Tüm bu faktörler, İngilizlerin kıtlığı engellemek için yaptıkları iyi niyetli çabaların boşa çıkmasının sebepleri arasında gösteriliyordu. Hiç kimse sömürgeci politikaların ve uygulamaların Hindistanlı köylülerin alım gücünü mahvederek ve iklimin getirdikleri ile başa çıkma olanaklarını yok ederek kıtlığa neden olduğundan bahsetmiyordu.
Bu durum, 19. yüzyıla has değildi. İngiliz sömürgeci siyaseti hep böyle olagelmişti. 1943 gibi geç bir tarihte bile Bengal Kıtlığı hakkında kaleme alınan raporun bir paragrafı, bu durumun hep böyle olduğunun iyi bir göstergesidir:
-“Bengal Hükümeti’ni kıtlıkla başa çıkamamasından ötürü eleştirdik. İnsanları yönlendirmek ve meydana gelmesi engellenebilir olan felaket için etkili adımlar atmak Hükümet’in mesuliyetleri arasındadır. Fakat Bengal halkı, en azından belli kesimleri de ortaya çıkan durumdan sorumludur. Kontrol edilmediği takdirde, mevcut korku ve panik havasının fiyatların yükselmesine sebep olacağını söyledik. Bu felaketten müthiş karlar elde edildi. Mevcut koşullar altında bazılarının karı, bazılarının ölümü demekti.
Toplumun bir kesimi refah içindeyken bir kesimi açlıktan ölmektedir. Üstelik çekilen acılar kimsenin umurunda değil. Bölgenin hemen her yerinde ve toplumsal sınıfların hemen hepsinde yolsuzluk oldukça yaygın…
İngiliz sömürge yönetiminin Hindistan’da 165 milyon insanın ölümüne yol açtığı ortaya çıktı
Bütün unsurları ile birlikte toplum, zayıf üyelerini korumayı başaramadı. Aslına bakılırsa idari çöküntünün yanı sıra ciddi bir ahlaki ve toplumsal çöküntü de söz konusudur.
-“Bir felaket karşısında herkesi suçlarsanız, kimseyi suçlamamış olursunuz.”
Bu cümleler de kendini aklama çabasının bir göstergesidir. Bu çabaya karşı Will Durant şöyle demişti:
-“Hindistan’ı mahveden bu kıtlıkların temelinde şunlar yatmaktadır; acımasız sömürü, dengesiz mal ihracatı ve kıtlık devam ederken bile toplanan yüksek vergiler. Açlıktan kırılan köylülerin istenen vergileri ödeyecek hali yoktur… Hükümet ölenlerden vergi almaya çalışırken Amerikan yardım grupları ise kıtlığın bitmesi için mücadele ediyordu.”
Romesh Chunder Dutt da haklı olarak şöyle diyordu:
-“Bu ülkede gıda tedarikinin, bu ülkenin halkı için yetersiz olduğu tek bir sene bile yoktur.”
Durant’ın alıntıladığı Amerikalı ilahiyatçı Dr. Charles Hail da benzer bir görüşü dile getiriyordu:
-“Hindistan’ın yıllık geliri bir dolar bile azalmasın diye Hindistanlılar açlıktan ölüyor. İngiltere’nin ayrımcı politikaları, yerel üretimin hemen her türlüsünü yok ettiği için toplam nüfusun neredeyse yüzde 80’i toprağa bağlı olarak geçinmek zorunda kaldı. Biz, Hindistan’a gemiler dolusu buğday gönderdik. Meğerse Hindistan’da buğday yok değilmiş. Sorun şu ki insanların bir avuç buğday alacak parası kalmamış.”
İngilizler gelmeden önce Hindistanlı idareciler, yiyecek yetersizliği olduğu zaman vergileri düşürerek, buğday fiyatlarına narh getirerek ve kıtlıktan etkilenen bölgelerden gıda maddesi ithalatı yapılmasını yasaklayarak halklarına destek olurlardı. Ayrıca, bilhassa kıtlık olduğunda toplumsal yardımlaşma zirve yapardı. Zor zamanlarda, toprak sahipleri ve tüccarlar da dahil olmak üzere zengin Hindistanlılar, istihdam yaratarak ve hatta buğdayı piyasa fiyatının altına satarak fakirlere yardımcı olurlardı. Doğu Hindistan Kumpanyası, fakirleri tembelliğe ittiği gerekçesiyle bu yardımlaşma faaliyetlerini engellemişti.
Bir yazara göre,
-“fakirlere yardım etmenin temelinde batıl inançlar ve gösteriş vardı.” Bu sebeple, İngilizler ‘çalışacak durumda olanlara iş verilebileceği’ ama toplumun tamamına ‘karşılıksız yardımda’ bulunulamayacağı kanaatindeydiler. Kumpanyanın sonraki idarecileri de farklı bir kanaate sahip değillerdi. İngiliz idarecilerin neredeyse hiçbiri Hindistanlıların ne halde olduklarını umursamamıştı.
En büyük korkuları 1834’te yeniden düzenlenen fakirlere yönelik kanunlardı. Kaldı ki bu kanunların da yoksulluğu artıracağı endişesi vardı, çünkü kıtlıklar için oluşturulan yardım kuruluşları yüzünden hükümet desteğine bağlı olarak yaşama alışkanlığının ortaya çıkacağı düşünülüyordu. Birçok İngiliz yetkiliye göre ‘kaçınılmaz fakirlik’ ile ‘din temalı dilencilik’ arasında fark vardı.
İkinci grupta olanlara bağışta bulunmaya gerek yoktu. Oysa, Hindistanlı hayırseverler için böyle bir ayrım söz konusu değildi. Binlerce yıldır evliyalar, sadular ve keşişler köylerde kapı kapı gezerek terbiye kurallarını ihlal etmeden kendilerini doyuracak kişileri arıyorlardı.
İngilizler bu insanları ‘dilenci’ diye tanımlasa da Hindistanlılar onlara yardım etmekten mutluluk duyuyorlardı. Hali vakti yerinde olan Hindistanlıların toplumun tamamına yardımda bulunmaları İngilizlere çok tuhaf geliyordu. 18. ve 19. asırda birçok Hindistanlı, İngilizlerin kendi ülkelerine Hindistan’dan elde ettikleri büyük servetleri götürürken bu ülke için hiçbir şey yapmamalarını eleştirmeye başlamıştı.
Sömürdükleri insanlar için ne bir kuyu açmışlar ne bir sulama sistemi getirmişler ne de bir köprü yapmışlardı. Asırlarca sömürdükleri Hindistan’a tek bir ağaç bile dikmemişlerdi.
Mevcut İngiliz politikası ile uyumlu olarak Kral Naibi Lord Lytton, gayet acımasız bir şekilde, kıtlık zamanlarında gıda fiyatlarının aşağıya çekilmemesi talimatını vermişti:
-“Hükümet’in gıda fiyatlarını aşağıya çekmeye matuf hiçbir müdahalesi olamaz. [Eyaletlerdeki yetkililer] yardım faaliyetlerini engellemek için ellerinden geleni yapmalıdırlar. Acı çekiliyor olması yardımlaşma faaliyeti başlatılması için tek başına yeterli bir sebep değildir.”
Tarihçi Profesör Mike Davis, Lytton’un talimatlarının müdahale etmeme politikası ile toplumun taleplerine yanıt verme hususunda hiç kimseye hesap verecek konumda olmayan bir üst düzey yetkilinin ‘istismarcılığı’ engelleme çabasının bir karışımı olduğunu belirtmektedir.
Nitekim, Lord Lytton’un kral naipliği görevine getirilmesinin tek sebebi Kraliçe Victoria’nın en sevdiği şair olmasıydı. Lytton, kendisini ‘insani krizlerden’ keyif almakla suçlayan İngilizlere karşı çok açık sözlüydü. Hindistanlıların hayatlarını kurtarmak istiyorlarsa çıkacak maliyeti karşılamalarını istiyordu. Mali dengeyi korumak ve giderleri kısıtlı tutmak konusundaki azmi göz yaşartıcıydı.
1876-77 yıllarında yaşanan kıtlık sırasında Sör Richard Templle isimli bir yetkiliyi Madras’e göndermişti. Göndermesindeki amaç, Temple’ın yardımların maliyetini azaltmasıydı. Ayrıca, ‘insanlık lafı eden şarlatanlara’ kulak asmamasını tembihlemişti. Halkın durumuna pek bakılmaksızın talimatı yerine getirilmişti.
Zaten, halkın durumu hükümetin maliye defterlerinde öncelikli bir yer tutmuyordu. 1866’daki Orissa Kıtlığı sırasında Temple, Burma’dan pirinç ithal edince The Economist kendisini sert bir dille eleştirmişti. Eleştirinin iddiası Temple’ın Hindistanlılara ‘hükümetin kendilerine bakmak zorunda olduğu’ fikrini aşılamış olmasıydı.
1877’de, Temple bambaşka bir adama dönüşmüştü. Kıtlıkla mücadele için İngilizler ‘çalışma kampları’ oluşturmuşlardı. Böylece, insanlar çalışıp açlıktan ölmekten kurtulabilirlerdi. Temple da ‘Temple maaşı’ denilen bir sistem getirmişti. Mike Davis’e göre bu sistemde, kıtlık zamanlarında kamplarda çalıştırılan Hindistanlılar, meşhur Buchenwald toplama kampındakilerin seksen sene sonra kazandıklarından bile daha az para kazanmışlardı. Bir başka açıdan bakıldığında, İngilizler 1876-77 kıtlığında ‘hiçbir şey yapmamakla’ suçlanamazlardı.
Aslında yaptıkları her şey kıtlığın etkilerini daha da beter hale getirmişti. Aynı Stalin’in 1930’larda Rusya ve Ukrayna’yı mahveden ‘kolektivizasyon kıtlıklarında’ olduğu gibi buğday ihracatı devam etmişti.
Mike Davis’in ifadesiyle Hindistanlılar açlıktan ölürken,
-“Londra’dakiler Hindistan’dan gelen buğdayla karınlarını doyuruyorlardı.”
Bazı vicdanlı İngilizler bu duruma itiraz edip yardım kampanyaları başlattıkları zaman İngiliz hükümeti tarafından hapsedilmekle tehdit edilmişlerdi. Tüm servetini kıtlık bölgesindekilere buğday almak için harcayan MacMinn ‘şiddetle kınanmış, itibarsızlaştırılmış ve iş yerini kapatmak zorunda kalmıştır.’ 1877’de yaşananlara birinci elden şahitlik eden Yarbay Ronald Osborne, o korku dolu sahneleri şöyle anlatıyordu:
-“Kurumuş kuyular ağzına kadar cesede doluydu. Ölü sayısı o kadar fazlaydı ki zavallı insanlar ölen yakınları için cenaze merasimi yapamıyordu. Anneler, bir somun ekmek alabilmek için çocuklarını satıyorlardı. Erkekler, açlıktan can vermelerini seyretmemek için eşlerini göle atıyorlardı. Ölüm her yerde kol gezerken, Hindistan’daki hükümet huzurundan ve neşesinden hiçbir şey kaybetmemiş gibi görünüyordu. Gazeteler sessizliğe gömülmüştü. İnsanların açlıktan öldüğünün bahsini açmak bile yasaktı. Bu konuda çok sıkı talimatlar vardı.” İngilizler, 1877-78 Güney Hindistan kıtlığının duyulmaması için alınan sıkı tedbirlere ek olarak insanları ölümden kurtarmak için başlatılan bağış kampanyalarından da rahatsızlardı.
Georgina Brewis bu konuda şunları söylemiştir:
-“1877’nin Ağustos ayında Madras kentinin hem Hindistanlı hem de İngiliz önde gelenleri, kıtlıktan etkilenenlere yardımda bulunulması için İngiltere’ye müracaat ettiğinde, Lytton bu hareketi bir itaatsizlik olarak görmüş ve Bengal valisine şifreli bir telgraf çekerek derhal yardım faaliyetinin durdurulması talimatını vermişti. Bu telgrafın Hindistan ve İngiliz basınına sızması infial yaratmıştı. Bütün gazeteler Lytton’un talimatının hatalı olduğunu ve bağışçıların hepsini karşısına aldığını yazıyordu. Bağışçılar arasında Hindistan’ın yeni tayin edilmiş ‘İmparatoriçesi’ ve bağışçıların listesini İngiltere’ye bizzat gönderen eski bir genel vali de vardı. Önde gelenlerden biri The Times gazetesine “kral naibi şahsi yardım faaliyetinin karşısında durmamalıydı,” şeklinde bir demeç vermiş ve söz konusu talimatı, kıtlığı sadece “ekonomik açıdan ele almanın” bir sonucu olması hasebiyle kınamıştı. Lord Lytton talimatını geri çekmek zorunda kalmıştı. Hatta 10.000 rupi (1.000 sterlin) tutarında bağış yapmıştı. Böylece ‘art niyetli’ hareket ettiğini kabul etmişti. Toplamda 820.000 sterline ulaşan bağışa en büyük katkıyı, küçük meblağlar gönderebilen şahıslar, okullar, kiliseler ve İngiliz dünyasının farklı yerlerindeki askerler yapmıştı. Fakat, 1877’nin Aralık ayına kadar Lord Lytton, bu bağış için ‘tam bir baş ağrısı’ demeye devam etmiş ve toplanan paranın sorumsuz halk tarafından çarçur edileceğini söylemişti.”
Bu yaşananların ardından Hindistan’daki İngiliz idaresi, kıtlık zamanında başlatılan ·yardım faaliyetlerini daha resmi bir biçimde ele almıştı. Yardım kuruluşları için ‘meşru’ hedefler belirlenmişti. Hükümete uluslararası yardımları engelleme hakkı verilmişti. Ekim 1896’da yeni bir kıtlık baş gösterince ki Lytton o sırada çoktan görevden ayrılmıştı, hükümet yaraları sarmak yerine kuralları belirlemekle uğraşmaya koyulmuştu.
İngiltere’deki kamuoyu baskısı artık dayanılamaz hale gelince Ocak 1897’de uluslararası yardım çağrısında bulunulmuştu. Fakat kıtlık başlayalı dört ay olmuş ve çok sayıda insan çoktan ölmüştü. ‘Medenileştirme vazifesinin’ en yoğun bir şekilde ifa edildiği 19. yüzyılın sonlarında bile İngilizlerin yaptığı hatalar sayılamayacak kadar çoktu.
Tüm gerçeklere rağmen bu hataları gizleme temayülünde olanlar yok değildir. Lawrence James bütün kanıtları yok sayarak Hindistan’daki İngiliz idaresinin temsilcilerinin,
-“Yeterli idari mekanizmalara ve kaynaklara sahip olmamalarına rağmen insancıl bir tavır sergileyerek” 1870’ler ve 1890’lardaki kıtlıklarda “herkesi doyurmak için ellerinden geleni yaptıklarını” iddia etmektedir.
Sunduğu tek kanıt ise 1871-1901 seneleri arasındaki kırlıklarda Hindistan’ın nüfusunun 30 milyon artmasıdır. Oysaki Hindistan çok büyük bir ülkeydi ve kıtlık ülkenin tamamını vurmamıştı. Kıtlığın etkili olduğu yerlerde tam bir felaket yaşanmış, milyonlarca insan ölmüştü. Diğer taraflarda ise hayat olağan akışında devam etmişti. Sonuç olarak da nüfus artmıştı. Fakat bu durum, kıtlığın etkilediği bölgelerde milyonlarca insanın öldüğü gerçeğini değiştirmez.
James’in mantığı ile hareket edilirse, Mao devrinde Çin’in ve Stalin devrinde Sovyetler Birliği’nin nüfuslarının artmış olması kıtlıklar yüzünden insanların öldüğünü inkar etmemizi gerektirir. Kıtlık dönemlerindeki ölüm oranları ve beslenme bozukluklarına bakmak daha isabetli olacaktır, ancak James bu oranları görmezden gelmektedir. İngilizlerin neden oldukları kıtlıkların tek kurbanı insanlar değildi. Besi hayvanları da nasibini almıştı. Deri ihracatındaki artış dikkat çekicidir. 1859’da beş milyon rupilik ihracat yapılırken bu rakam 1901’de 115 milyona yükselmiştir. Büyükbaş hayvanın ölümü sadece dini sebeplerle değil aynı zamanda çiftçilik ve nakliyatta kullanılmasından ve kırsalda statü göstergesi olmasından ötürü yıkıcı bir etkiye sahipti. Böylesi bir anlayışa sahip bir ülkedeki bu artış şaşırtıcıdır. Besi hayvanlarının ölümü kırsaldaki sorunların işaretçisiydi. Bir çiftçi için büyükbaş hayvanının ölmesinden daha kötü pek az şey vardı.
Çünkü büyükbaş hayvanın ölümü refahı doğrudan düşürüyor, gelecek planlarını altüst ediyordu. Hatta anlaşılan bazı yetkililer büyükbaş hayvan ölümlerini insan ölümlerinden daha vahim görüyorlardı. Kıtlıklarla ilgili kaleme alınan bir raporda şu cümleler geçmekteydi:
-“[Büyükbaş hayvan ölümlerinin] tarıma olan tesiri, muhtemelen insan ölümlerinden daha ciddi ve uzun süreli olacaktır. Bakıldığında, açlıktan ölenler ihtiyarlar ve hastalar. Kurtulanlar ise sağlıklı ve işe yarar olanlar. Fakat büyükbaş hayvan kalmazsa hasat yapılması imkânsız hale gelir.”
Büyükbaş hayvan ölümleri tarımı doğrudan etkiliyordu. Hasatta kıtlık öncesi seviyeye dönülmesi için yıllar geçmeliydi. Durumdan en fazla etkilenenler, hayatları ekonominin gidişatına pamuk ipliği ile bağlı olan en fakir çiftçilerdi. Fakat bu çiftçilerin kayıpları resmi yardım politikaları ile karşılanmıyordu. Aksine, elindeki ‘sağlıklı’ hayvanları besleyebilecek olanlara ödenek ayrılıyordu. Kıtlık zamanlarında ‘besi hayvanları kampları’ oluşturulduğunda bile amaç, maliyetlerini minimumda tutarak hayırseverlerden gelecek paranın meblağını azaltmaktı.
1899-1900 yıllarındaki kıtlıkta, Bombay’da dokuz kamp kurulmuştu. Bunların giderlerinin yüzde 75’i devler tarafından karşılanıyordu. Mali meselelerdeki ihtimam ‘insanlık şarlananlarına’ göz açtırmıyordu. Oysa, kıtlıktan etkilenmeyen Hindistanlılar gayet cömert davranıyorlar, besi hayvanlarını kurtarmak için ‘naif yardım faaliyetlerinde’ bulunuyorlardı. Genellikle, insanları ve hayvanlarını kurtarmayı toplumsal bir vazife olarak gören köy zemindarları, bu faaliyetlere öncülük ediyorlardı. İngilizler gelmeden önce Hindistan’da karşılaşılan zorlukların başında, gıda temininde sıkıntı çekilen bölgelere yardım gönderilebilmesi için gerekli olan altyapının ve ulaşım olanaklarının yetersiz olması geliyordu. Nitekim Florence Nightingale, bu yetersizlikleri kıtlıkların temel sebepleri arasında saymaktadır.
İngiliz idaresindeki Hindistan’da demiryolları yapıldıktan sonra bu sıkıntı ortadan kalkmış olmalıydı. Fakat en büyük kıtlıklar binlerce kilometrelik demiryolu döşendikten sonra yaşanmıştı. Kıtlıkların sorumlusunun idareciler ve uyguladıkları politikalar olduğunun bundan daha açık bir kanıtı yoktur. İngiliz idaresi, Hindistanlıları yüzüstü bırakırken İngiltere’nin belli muhitlerinde Hindistanlı dilencilerin keşküllerine üç beş kuruş atmak bir cömertlik göstergesi sayılmaya başlanmıştı. 1897’de Daily Mail gazetesinde çıkan bir yazıda,
-“Açlığın görünmez ordularından İmparatorluğumuzu korumak hepimiz vazifesidir. En büyük silahımız ise İngiliz parasıdır,” ifadeleri geçiyordu.
Fakat daha önce de değindiğimiz gibi Hindistanlıların yardım faaliyetlerine ket vuruluyordu. İngilizlerin nasıl değerlendirdiğine bakmaksızın gerçeği ifade etmek gerekir: Hükümet, kırlık zamanlarında resmi politikası gereği kılını dahi kıpırdatmak istemezken örgütlü yardım faaliyetlerinin çoğuna destek veren Hindistanlılar olmuştur. İngiliz sömürgelerinde toplanan yardıma en fazla katkı sunan, bu sömürgelerde yaşayan Hindistanlılardı.
Örneğin, Gandi 1897 ve 1900 senelerindeki kıtlıklar için Güney Afrika’da bağış kampanyası başlatmıştı. Hindistan’daki İngiliz hükümetinin yapmadığını yapmak Hindistanlı yardım kuruluşlarına düşmüştü. Kıtlık zamanlarında, Hindistanlılardan toplanan bağışlarla umumi mutfaklar, yetimhaneler ve fakirler için evler inşa edilmiş, düşük fiyattan buğday satışı yapılmıştır. Çok sayıda sivil ve Arya Samaj, Brahmo Samaj ve Ramakrishna Misyonu gibi reformcu dini grup, yardım faaliyetlerini bir seva olarak görmüş ve resmi yardım faaliyetlerinin açığını kapatmak için uğraşmıştır.
Hindistan’daki kıtlıkla mücadele politikası, insanların çektikleri acılara kayıtsız kalmasının dışında sömürgeciliğin bir başka olumsuz yanını da açığa çıkartmıştı. Sömürgeciler sınırlarını doğru tespit edemedikleri gibi hatalı yönetimi de bilgece bir siyaset olarak takdim ediyorlardı. İngilizler, istatistikleri kullanarak kırlık konusunda zamanında harekete geçmemelerini ve yardım faaliyetlerindeki başarısızlıklarını örtbas etmeye çalışıyorlardı. Sayılarla oynayarak işlerin kontrol altında olduğu imajı çizme gayretindelerdi. Araştırmacıların ‘istatistik! söylem’ dedikleri siyasetin bir örneği, Hindistan’dan sorumlu sabık devlet bakanı Leopold Amery’nin 1943’te Avam Kamarası’ndaki kıtlıkla ilgili tartışmalar sırasında Bengal Kıtlığı hakkında yaptığı konuşmada görülebilir. Konuşmasını yaptığı sırada üç milyon insan çoktan ölmüştü. Fakat Lord Amery, Hindistan’da gıda maddesi üretiminin düşmesine rağmen nüfusun arttığından bahsediyordu:
-“Geçtiğimiz 12 sene içerisinde Hindistan’ın nüfusu 60 milyon kadar artmıştır. Oysa, verilere göre geçtiğimiz 30 sene içerisinde kişi başı pirinç üretimi, Bengal’de 174 kilogramdan 128 kilograma düşmüştür.”269 İngilizler ellerinden geleni yapsalar da Maltusçu bir felaketten kurtulamamışlardı.
Avam Kamarası’nı sık sık istatistik açıdan bilgilendiren Amery, aralık ayında hastane kayıtlarını ve ölüm oranlarını paylaşmıştı. Bunlarla birlikte bütün ölümlerin de açlık sebebiyle yaşanmamış olabileceği notunu düşmüştü. Hükümetin verdiği rakamlar ile güya aldığı tedbirler arasındaki ters orantı her zamankinden daha fazlaydı.
Daha önce de değindiğimiz üzere, 1943 tarihli Bengal Kıtlığı’nda dört milyon insan ölmüştü. Gıda maddelerini açlıktan kırılan Hindistanlıların elinden alıp gayet iyi durumda olan İngiliz askerlerine verilmesi ve hatta Yunanistan başta olmak üzere birçok yerde stoklanması talimatlarını veren Churchill’in bu tiksinç tavrının bir izahı olamazdı.
-“Cılız Bengallilerin açlıktan ölmesi ‘gürbüz Yunanların’ açlıktan ölmesi kadar ciddi bir durum değildir,” demişti.
Churchill’in önceliği Hindistanlı tebaanın hayatta kalması değil askerlere hububat ulaştırmak, İngiltere’nin ekmek ihtiyacını gidermek (27 milyon hububat alınmıştı ki bu rakam her zamankinin çok üstündeydi) ve Avrupa’da stok yapılmasıydı (bilhassa özgürleştirilmek üzere olan Yunanlar ve Yugoslavlar için). İnsanların acı içinde olduğu hatırlatıldığında ise kendine yakışır bir yanıt vermişti:
-“Kıtlık çıkması, kendi suçları. Tavşanlar gibi ürüyorlar.”
Vicdanlı yetkililer bir telgraf göndererek talimatlarının büyük bir trajediye yol açtığını söylediklerinde ise Churchill’in tek tepkisi, alay eder gibi,
-“Peki Gandi neden hala ölmedi,” olmuştu.
Madhusree-Mukerjee’nin Bengal Kıtlığı hakkındaki belgelere dayanan çalışması göstermektedir ki Hindistan’ın hububat fazlası Seylan’a ihraç edilmekteydi. Avustralya’dan gelen buğdayın Akdeniz ve Balkanlara olan ihracatı da Hindistan üzerinden yapılıyordu. Sokaklar açlıktan ölmüş insanların cesetleriyle doluyken bu ihracatın amacı, İngiltere’nin savaş sonrasında artan baskıyı kırmak istemesi ve Amerika ile Kanada’dan gelen yardım tekliflerini geri çevirmiş olmasıydı.
Sömürge halindeki Hindistan’ın ise kendi sterlin rezervlerini kullanmak bir yana yiyecek madde ithalatı için gemilerini kullanması bile yasaktı. Arz-talep kanunları bile yetersiz kalıyordu. Askerlerinin ihtiyaçlarını tedarik etmek amacıyla İngiliz hükümeti, Hindistan pazarındaki hububatı fahiş fiyattan satın alıyordu. Böylece, fiyat artıyor ve sıradan Hindistanlıların alması olanaksız hâle geliyordu.
İngiliz yetkililerin ve bakanların Bengal Kıtlığı sırasında sergiledikleri tavırları, İngiltere’nin yapılanları ahlak üzerinden meşrulaştırma çabaları ile tamamen ters düşüyordu. Savaş döneminde İngiltere’nin mali düzenleme yapmak ve Hindistan’dan gelen malları kullanmak için seçtiği yöntem, kıtlığın asıl sebebiydi:
Devlet Bakanı Amery ile kibrinden yanına yaklaşılamayan ve savaşa olan tutkusu ‘sömürge ekonomileri gibi can sıkıcı konulara’ galip gelen Churchill arasındaki danışıklı dövüş; Hindistan’dan gelen yardım çağrılarını geri çevirip aldığı lojistik kararları ile binlerce insanın ölümüne sebebiyet vermesi yüzünden suçun büyük kısmına ortak olan Churchill dönemindeki Haznedar Lord Cherwell’in hiçbir ahlaki ilkeye sığmayan ırkçılığı. İşte, iki asırlık zalim sömürgeciliğin vardığı nokra bu şekildeydi. 1943’te yaşanan kıtlığın öncekilerden tek farkı ise İngiliz vurdumduymazlığının ve ırkçılığının çok daha iyi bir şekilde kayıt altına alınmış olmasıydı.
Kıtlıklar üzerinde çok durdum. Çünkü kıtlıklar, İngilizlerin sömürgecilik döneminde görevlerini nasıl ihmal ettiklerinin en çarpıcı örneklerini veriyor.
İngiliz yetkililerin sadece seyretmekle yetindikleri salgın hastalıklardan da bahsedilebilirdi. 20. Asrın sadece ilk dört senesi için Durant şu rakamları vermektedir:
1901’de 272.000,
1902’de 500.000,
1903’te 800.000,
1904’te ise bir milyon kişi vebadan hayatını kaybetti.
Rakamlar her sene artıyordu. 1915’deki İspanyol gribi salgınında ise 125 milyon kişinin, yani Hindistan’ın o zamanki nüfusunun üçte birinin bu hastalığa yakalandığı kayıtlara geçmiştir. Hindistan’daki ölüm oranı ise Batı’daki ülkelerden çok daha fazlaydı. Toplamda 12,5 milyon kişi hayatını kaybetmişti. Üç defa Demokrat Parti’den başkan adayı olan Amerikalı devlet adamı William Jennings Bryan, İngilizlerin veba kaynaklı ölümler için ‘fazla nüfusun ilahi bir müdahale ile temizlenmesi’ dediklerini belirtmekteydi.
Bryan’a göre İngiliz idaresinin,
-“İnsanları birbirlerini öldürmekten alıkoyuyoruz, veba da Hükümet’in ölümden kurtardıklarını öldürüyor,” diyerek giriştiği kendisini aklama çabasını oldukça tuhaftı. Salgın hastalıklar, elbette sömürgecilikten önce de vardı. Hastalıkların sömürgeci politikaların sonucu olduğunu ya da sömürgeci politikalar yüzünden daha kötü bir hal aldıklarını söylemek doğru olmayacaktır. Burada kanıtlamaya çalıştığımız iddialar açısından kıtlıklar ile aynı kefede değillerdir. Fakat salgın hastalıkların sürekli baş göstermesi ve ölüm oranının gittikçe yükselmesi İngiliz idaresinin Hindistanlıların hayatlarına karşı ne kadar ilgisiz bir tavır içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Aslında Hindistan’daki İngiliz idaresini savunmak amacıyla ‘kamu sağlığında yapılan iyileştirmelerden’ bahsedenlerin çalışmalarında, bu durum daha net bir şekilde görülmektedir.
Üstelik bu iddiayı destekleyecek güçlü bir kanıt da yoktur. Kanıt olarak sürekli ileri sürülen yalanlar, kininin sıtmaya karşı kullanılması, frengiye karşı aşının yaygınlaştırılması ve su kaynaklarında iyileştirme yapılmasıdır. Hâlbuki kinin genelde, ormanlık bölgelerdeki karakollarda görev yapan İngilizler tarafından toniğe katılarak içecekleri cini temizlemek için kullanılıyordu. Frenginin aşısı çok nadiren bulunabiliyordu ve Hindistan’dan bu beladan ancak bağımsızlığını elde ettikten sonra kurtulabilmişti. Su kaynaklarındaki iyileştirmeler çok yetersizdi. Kaldı ki kolera ve diğer su kaynaklı hastalıkların hiçbiri İngiliz idaresinde bitmemişlerdi.
Üstelik İngiliz idaresi ülkenin hiçbir yerine teşekküllü bir hastane yaptırmamıştı. Modern tıp merkezlerinin beşte biri ise Hindistanlı yardımseverler tarafından yaptırılmıştı.
Utanç İmparatorluğu – Shashi Tharoor
Yorum gönder