İstanbul’un geleceği, Türkiye’nin geleceği – 2
Özgür düşünce, gerçek üzerinde anlaşmanın, uygar yaşamın temeli olarak tanımlanıyor. Demokrasi gibi özgür düşünce de bugün ülkemizde sadece birer sözcüktür. Bu kavramlar halk kültüründe yerleşmemiştir. Sıcakta, virüs tehdidiyle eve kapatılmışlık, düşünme ortamı sağlayabilir.
Sevgili Okurlar,
İstanbul’un Türkiye ekonomisinin kefeni olduğunu düşünüyorum. Burası ameliyat olması gereken bir kent. Kanımca bütün Türkiye düşünürleri bu aptal kargaşaya yeni gökdelenli kargaşa alanları ekleyeceklerine ükleyi bu beladan nasıl kurtaracaklarını düşünmeliler.
Bu kararların arkasında da öğretimle ilgili alarm verici gözlemler var: Ben, 200 kişilik bir mimarlık fakültesinde okudum. Geçen yıl, 3 500 öğrenci olduğunu söylediler. Bazı mimarlık fakülteleri açılıyor ama bunların kaç öğrencisi kaç hocası var?
Partilerin ötesine geçen bu olgu toplumun bilimsel bilinçlenmesi ile ilgili bir korkutucu aksamayı gösteriyor. Bunun partilerin dini öğretime verdikleri ağırlıkla orantılı olduğuna da inanıyorum. Bu engeller, kısa sürede, şu veya bu şekilde ortadan kalkmak zorunda, çünkü 80 milyonluk ülke böyle yaşayamaz. Politikacı bilim insanını dinleyecek. Bu politikacıyla bilim insanı arasındaki bu çekişme gelişmiş ülkelerde de var. Yukarıda saydığım garip gelişmeler ötesinde dünyanın asıl sorunu iklim değişikliği ve enerji sorunu.
Ya bilim insanlarını ve uzmanları dinleyeceksiniz ya da çukura yuvarlanacaksınız. Eğer gençleri her apartmanda açılan üniversitelerden kurtaramazsanız, bu geleceği kuracak bilim insanı da yetişmez. Onlar bizi bu bataktan kurtaramazlarsa o zaman dünyanın müşterisi olacağız. Onun da asıl adı modern sömürge olmaktır.
Toplum bilime kurtarıcı diye bakmıyor. Kurtarıcı politikacı. Bu dünyanın her yerinde çöküş alarmıdır. Bu fakir dünya sürekli zenginleşecekmiş gibi yaşanıyor. Buna kargalar bile güler. Dünyanın açları artıyor. İklim değişikliği dünyayı tehdit ediyor. Sürekli gelişme sadece Batılı kapitalist masalıdır. Orada bile inanmayanlar artıyor. Aldatıp duruyoruz kendimizi. Kapitalist dünya akıl almaz şeyler geliştirdi, İnternet, Google, filmler, konserler, sergiler, beyin yıkayan reklamlar. Aç insanlar da dahil, herkes bir panayırda yaşıyor. Amerikalılar uyutma ve yönlendirme işini bilim haline getirdiler. Satma bilimi, dağıtma bilimi, iletişim, toplum psikolojisi, kitaplar, reklamlar, posterler insanları yönlendiriyor. Dünya sürekli değiştiği için er geç bir yerde çöküş ve yeni bir dirilme olacaktır, diye düşünebilirsiniz.
Örneğin, 15 yüzyılda Çin teknolojik olarak, dünyanın en ileri ülkesiymiş. Afrika’ya kadar uzanan keşifleri var. Birdenbire içeride ufak bir politik değişiklik olmuş. Politikacılar, yani imparator ve rahipler dış dünya ile ilişkiyi kesmişler, bilimi sınırlamışlar böylece Çin dünyadan 500 yıl geride kalmış… Osmanlı da öyle. 12. yüzyılda Bağdat Rönesans’ı denen bir açılım var, Osmanlı onu izlememiş, Avrupa Rönesansını dışlamış, 500 yıl geride kalmış. Fakat günümüzde insanlığın o kadar vakti yok.
Durumu özetlersek:
Sanayi Devrimi Avrupa’da eski kentleri yok etti. Sırayla, Ortaçağ, Yeniçağ bitti. Sanayi çağı, iletişim çağına dönüştü. Eski hiyerarşiler dağıldı, merkez güç olma niteliğini kaybetti. Üretim dünya çapında yayıldı, Fakat kentin insan yaşamındaki yeri değişmedi.
Gelişmemiş ülkelerde kentsel yığılmalar var. Asya’da, Afrika’da. Almanya’da, Amerika’da bu yığılma devam ediyor mu? Hayır. Sanayi ve insan ülke yüzüne dağılıyor. Almanya’da Berlin nüfusu 4 000 000 bile değil, Amerika’nın 320 000 000 nüfusu var. New York’un nüfusu çoktan beri artmıyor. Bizde kentli nüfusun oranı yüzde 75’i geçti. Çoğunluğu kırsal kökenli 15-20 milyon insan İstanbul’da yaşıyor. İstanbul da adı kent 1440 hektarken verilmiş. 550 000 hektarlık bu günkü kent ayni yerleşme mi? Sadece adı kalmış. Ölçekler değişmiş. Onlarla birlikte bütün parametreler de değişmiş. Bu hızla, kontrolsüz büyüyen bir yerleşmeye ilişkin bir planlama pratiği ve kuramı da yok. İstanbul’un iklim, enerji, ulaşım sorunlarını, trafik sorunlarını en önemli sorununu çözecek birilerini yetiştirebiliyor muyuz? Hayır.
Batıda yarım yüzyıl önce farkına varılan, eski yöntemlerle çözümlenemeyen, üzerine gidilen nüfus kontrolüne dayanan kontroller ortaya çıkmış. Kimse kentleri gökdelenle doldurmuyor. Böyle bir yapı spekülasyonuna izin veren uygar ülke yok. Burada çok kesin bir gelişmemişlik sırıtıyor. Gökdelen az gelişmiş ülke simgesi artık. Lefebvre “küresel ekonomi çağdaş kapitalist sömürü aracı olunca kent planlamasında tehlike çanları çalmaya başlar” der. Amaçlar insandan uzaklaşıp, paraya odaklanır. İşte burada çağdaş ekonomistlerin de işi sona eriyor.
Mercedes meraklısı arttı. Mercedes firmasının İstanbul ve Türkiye’nin kent sorunlarıyla ilgisi var mı? Yok. Türkiye Cumhuriyeti 10.000.000 nüfusla başladı, ben liseyi bitirdiğim zaman İstanbul, Ankara’nın nüfusu 150.000’di, yolda araba bile yoktu. Zengin, fakir diye bir şey yoktu. Farklı bir olgu daha var: Devrimlerin hepsi bitti. İletişim devrimi başladı.
Burada kendi tarihimizi de bilmediğimizi gördüm. Kendimizi aldatıp durmuşuz. Bu bir göç tarihinin dönüşümüdür. Köylünün kentli ile simbiyotik yaşamasıdır. Bilim, sanat ithal. 12. yüzyıldan sonra dünya kültür tarihine, bilim tarihine bakın, bir tane Osmanlı adı yok. Kahramanlarımız, şairlerimiz, yazarlarımız var, bir tane matematikçi ya da bilim insanı yok. Araplar’ın, İranlılar’ın, filozofu, fizikçisi var. Ne zaman? 11. yüzyıllarda, nerede Türkiye’nin matematikçisi? Türkiye’yi bir de 16. yüzyıl Alman seyyahlarını okuyun! Sorunları artan bir göçer egemenliği.
Bu oluşumu yeniden tanımlamak gerek. Tarih ve politikayı da bu aşamada unutmak gerek. 7 milyarın bir milyarı aç olan bir dünyada büyümeden söz etmek etik değildir. Acı olan bunun yönlendirilmesinin politikacılar tarafından yapılacağını hayal etmektir. Politikacı hem bilim insanını hem teknisyeni açıkça dışlıyor. Rantı insana yeğliyor. iyiler kötülerle yanıyor, rant mı, insan mı hala buna cevap vermiyorlar. Kent sorunlarının biçimsel, işlevsel, strüktürel, toplumsal sayısız yeni tanımlanacak parametreleri oluşmuş. Gerekli yasal değişiklikleri, bakkallar ya da müteahhitler mi yapacak?
Zor sorun halka ulaşmak. Ona geleceğini anlatmak. Anlayacak ve sonra bulunduğu durumun analizini yapacak. Bu analizlerin sonuçları yeni tür planlara yansıyacak, parasal ve yasal kaynaklar bulunacak, sonra da uygulanacak. Bir masala benziyor. Ama dünya da az masal üretmedi.
Felsefi ideolojik gerçek sözüyle başlayan bir ifade başarılı olamaz, öyle bir şey yok. Milleti azdırıyor bu gerçek lafı, çünkü herkes kendi gerçeğinin kavgasını yapıyor. Öyleyse yaşamın ortak gerçekliğini olumlu olarak etkileyecek bir ortak inanç gereklidir. Ortak inanç kolay mı? Bunu halka nasıl anlatacaksınız? Bilim değişir, geneldir, bilime inanmak Tanrı’ya inanmakla karıştırıldığı zaman zaten bütün bir sürü boş gürültü çıkarıyor.
Öyle değil, bizim karabasanımız toplumun temel cehaleti işte bunun üzerine kurulu. Diyorlar ki bilime inanılır mı? Kaldı ki bilimciler de zaten bilimin sürekliliğine inanmıyorlar, boyuna değişmesi gereken bir şey olduğunu biliyorlar. Peki, ama bu bilime inanın diyen birisi çıkınca karşılarına vay, Tanrı varken sen bilime nasıl inanırsın derlerse toplumda kent de yerinde sayar. Bilimsel yönteme güvenmek gerekiyor, bilimsel yöntemin cevabı şudur: Sorunların çözümü için rasyonel yanıt üretmek bu politik baskıya direnen bir bilimin ve uzmanlığın varlığına bağlı. Türkiyenin sorunu bu koca cehaletin oyu ile rasyonel aklın çalışmaya nasıl geçeceği.
Doğan Kuban
Doğan Kuban‘ın anısına saygıyla. Bu yazı HBT Dergi 228. sayısında yayınlanmıştır.
Yorum gönder