Evrimsel başarımızın sırrı: Dostluk bizi “bilişsel süper güç” yaptı
İnsan doğasına ilişkin güçlü yeni bir teoriye göre arkadaşlık kurma yatkınlığı doğal seçilim ile bizi diğer primatların önüne geçirdi. Peki o zaman bunca şiddet niye?
Biz Homo sapiens’lerin yaklaşık 300 bin yıllık bir tarihimiz var. Ve bu sürecin hayli uzun bir dilimini en az dört başka insan türü ile paylaştık… Geriye dönüp baktığımızda, neden galip geldiğimiz belli: En iyi avcı, en zeki, teknolojik açıdan en becerikli bizdik. Tabii bu bizim kendimize anlattığımız öykü. Acaba doğru mu?
İşin sırrı diğer insan türlerine kıyasla bizim türümüzün en arkadaş canlısı olması. Bunu bilim insanları evrimsel süreçte ‘bilişsel süper güç’ olarak da tanımlıyorlar. İşbirliğine dayalı iletişim en büyük gücümüz. Diğer insanlarla, hatta yabancılarla, birlikte çalışma konusunda uzmanız. Hiç tanışmadığımız biriyle ortak bir hedef hakkında iletişim kurabilir ve bunu başarmak için birlikte çalışabiliriz.
Diğer insan türlerinden bazıları teknolojik açıdan daha donanımlıydılar. Onlar, biz Homo Sapiensler’den çok daha uzun süredir gezegende bir yaşam kurmuşlardı ve beyinleri de ya bizimkiler kadar hatta daha bile büyüktü.
Şöyle bir 100 bin yıl geriye gidin ve hangi insan türünün yaşamını devam ettireceğine dair bir bahis oynandığını varsayın. Belki de büyük oyun Neandertaller üzerine oynanacaktı.
Neandertaller ile ortak atayı paylaşıyoruz. Onlar fiziksel olarak bizden daha güçlüydüler, daha kaslıydılar. Çok hünerli silahlara sahiptiler ve Buz devrinde her tür büyük memeliyi ustalıkla avlayabiliyorlardı. Hatta ortak paylaştığımız bir gen bile var: FOXP2. Bu genin özelliği konuşabilmek için gerekli olan hassas kalibreli hareketlerden sorumlu olması. Neandertallerin kültürleri hayli gelişmişti: Ölülerinin gömüyorlar, hastaları iyileştiriyorlar, kendi bedenlerini boyuyor, deniz kabukları ve kemiklerden yapılmış takılar kullanıyorlardı.
Halen yaşayan en yakın akrabalarımız olan bonobolar ve şempanzeler ile kıyasladığımızda bizim türümüzün çok az genetik çeşitliliği var; bu da bir zamanlar, belki birkaç kez, şiddetli bir popülasyon darlığı yaşadığımızı gösteriyor, neredeyse nesli tükenmiş bile olabilirmişiz… Duke Universitesi’nden Brian Hare ve Vanessa Woods’un Scientific American dergisinde de yayınlanan çalışmaları evrimsel sürecimize farklı bir gözle bakıp yepyeni dersler çıkarmaması sağlayabilir…
Peki eğer en akıllı ya da en güçlü değilsek, o zaman kazanan nasıl biz olduk?
İşin sırrı diğer insan türlerine kıyasla bizim türümüzün en arkadaş canlısı olması. Bunu bilim insanları evrimsel süreçte ‘bilişsel süper güç’ olarak da tanımlıyorlar: İşbirliğine dayalı iletişime yatkınlık da diyebiliriz. Diğer insanlarla, hatta yabancılarla, birlikte çalışma konusunda uzmanız. Hiç tanışmadığımız biriyle ortak bir hedef hakkında iletişim kurabilir ve bunu başarmak için birlikte çalışabiliriz. Üstelik bu süper gücü daha yürüyemeden ya da konuşmadan önce geliştiriyoruz. Son derece kapsamlı bir sosyal ve kültürel dünyaya açılan kapı tam da bu. Bizden önceki nesillerin bilgisini miras almamıza izin verir. Dil dahil tüm kültür ve öğrenim biçimlerinin temelidir.
Anahtar: insanın kendini evcilleştirmesi
Bizi dostluk kurabilir hale getiren unsurun anahtarı ise “insanın kendini evcilleştirmesi ile” ortaya çıktı. Aslında kendini evcilleştiren tek tür Homo Sapiens değil. Yakın akrabalarımız bonobolar da kendilerini evcilleştirdiler.
Ve hepimizin can dostu köpeklerin kurttan evcilleşerek şimdiki haline gelmesi. Köpek nesli giderek çeşitleyip çoğalırken kurtların nesli giderek azalıyor.
Bu evcilleştirme sendromu yüz şekli, dişlerin boyutu ve farklı vücut kısımlarının veya saçların pigmentasyonunda kendini gösterir; hormonlardaki, üreme döngülerindeki ve sinir sistemindeki değişiklikleri içerir. Evcilleştirmeyi hayvanlara yaptığımız bir şey olarak düşünsek de, aslında kendi kendini evcilleştirme olarak bilinen bu süreç doğal seçilim yoluyla gerçekleşiyor.
Kendi kendini evcilleştirme hipotezi, Harvard Üniversitesi’nden antropolog Richard Wrangham ve Duke Üniversitesi’nden psikolog Michael Tomasello tarafından ilk ortaya atıldı. Son 20 yılda yapılan araştırmalarda, kendi kendini evcilleştirmenin aynı zamanda Homo Sapienslerin başarısının anahtarı olan ‘başkalarıyla işbirliği içinde iletişim kurma becerisini” arttırdığı da ileri sürüldü. Bu hipotez eğer doğru ise , yani H. sapiens kendi kendini evcilleşleştirmiş ise , bunun izlerinin Pleistosen çağda yani 2.6 milyon ila 11.700 yıl önceki dönemde de görülmesi gerekiyordu. Tabii ki davranışlar fosilleşemez. Ancak davranışı düzenleyen nörohormonlar iskeletlerimizi şekillendirir ve bu değişiklikleri paleoantropolojik örnekler aracılığıyla izleyebiliriz.
Hormonlarımız devrede: Testosteron, seratonin ve oksitoksin
Örneğin, ergenlik döneminde ne kadar çok testosteron varsa, kaşınızın çıkıntısı o kadar kalın olur ve yüzünüz uzar. Erkeklerin bu kaşları daha kalın ve yüzleri kadınların yüzlerinden daha uzundur. Testosteron doğrudan insan saldırganlığına neden olmaz, ancak seviyeleri ve diğer hormonlarla etkileşimleri agresif davranışı düzenler. Antropologlar, Paleolitik çağ boyunca Biz Sapiens’lerin kaşlarının daha inceldiğine, kafaların ve yüzlerin küçüldüğüne dikkat çekiyorlar.
Ayrıca başka bir nörohormon olan seratonin, beynimizin daha küçülmesine ve daha az saldırganlığa yol açan bir dizi değişikliği teşvik etmiş olabilir. Serotonindeki artışlar evcilleştirme sendromunun erken dönemlerinde ortaya çıkar ve kafatası gelişiminde rol oynayabilir.
Günümüzde de sosyal bilimler deneylerinde, beyindeki serotini arttırmak için kullanılan ilaçların o kişiyi işbirliğine kadar yatkın ve başkalarına zarar vermeye daha az eğilimli hale getirdikleri saptanmıştı. Seratonin sadece bireylerin davranışlarını değiştirmekle kalmıyor, kafatasının yapısını da değiştiriyor. Fareler üzerinde yapılan deneylerde gebe farelere seçici seratonin inhibitörleri enjekte edildiğinde yeni doğan farelerin daha kısa ve dar kafatasları olduğu görüldü.
Evet, anlaşıldığı üzere homo Sapiens’in kendi kendini evcilleştirmesi ile bedenimizdeki testesteron ve seratonin seviyeleri de hayli değişti. Ama bu noktada önemli bir diğer molekülden de bahsetmeliyiz: Sosyal bağı güçlendirici etkiye sahip olan oksitosin hormonu. Oksitosin doğum sırasında anneden bebeğe geçer. Süt üretimini kolaylaştırır ve anne sütünden bebeğe aktarılır. Anne, hatta baba ile bebek arasındaki göz teması da
oksitosin etkileşimli bir döngü oluşturur ; her iki ebeveyni ve bebeği sevgi dolu ve sevilmiş hissettirir. Yapılan sosyal deneylerde oksitoksin verilen deneklerin daha empati sahibi, işbirliğine daha yatkın finansal ve sosyal konulara daha güvenerek yaklaşma eğiliminde oldukları saptandı.
Yeni bir sosyal kategori: Grup içi yabancı
Tüm bu değişikliklerin sosyal ilişkilerimiz üzerinde kalıcı etkileri oldu.
Aslında, bu değişiklikler yeni bir sosyal kategori üretti: grup içi yabancı.
Evrimsel kuzenlerimiz bonobolar ve şempanzeler yabancıları yalnızca aşinalık temelinde tanır. Kendileri ile birlikte yaşayan biri bir grup üyesidir. Diğer herkes yabancı. Tanım nettir: Birey ya tanıdıktır ya da yabancı.
Şempanzeler komşularını duyabilir veya görebilir, ancak etkileşim neredeyse her zaman kısa ve düşmanca olur; aksine bonobolar yabancılar ile daha dost canlısıdır. Diğer hayvanlardan farklı olarak, biz, bir yabancının kendi topluluğumuza ait olup olmadığını anında fark etme yeteneğine de sahibiz. Sadece insanlar, dış görünüm, dil veya bir dizi kanıdan yola çıkarak kendi topluluklarını tanımlayabilirler. Ayrıca sosyal ağımızı da istediğimiz gibi genişletebiliriz.
Üzerimize geçirdiğimiz giysi, yaptığımız spor, taktığımız siyasi rozet ya da dini sembollü takılar.. Bunlar üzerinde hiç düşünmeden günlük yaşam içinde sürekli yaptığımız şeyler olabiliyor. Yine üzerinde hiç düşünmeden irili ufaklı iyilikler yapabiliyoruz başkalarına… Hiç tanımadığın birine organ ya da kan bağışından, karşıdan karşıya geçmede birine yardıma kadar…
Adına grup içi yabancı denilen bu yeni sosyal kategorinin yaklaşık 80 bin yıl önce oluşmaya başladığı belirtiliyor. Zira fosil kayıtlar daha karmaşık kültürel geleneklerin ve teknolojilerin o dönemlerde uzun mesafelere yayılmaya başladığını gösteriyor. Genişleyen sosyal ağlar aynı zamanda kültürel yeniliklerin buluşların da çok daha hızlı şekilde yayılması anlamına geliyor. Deniz kabuklarından yapılmış takıların kıyılardan yüzlerce mil içeride bulunması pratik bir değeri olmayan bir nesnenin ya belli bir uzaklığa taşınmaya değer görüldüğünü ya da ilk ticari rotalardan birinde seyahat eden birinden alındığını kanıtlıyor.
Sonuç olarak Homo Sapiens’i farklı kılan en önemli unsur arkadaşlık yapabilme özelliğini zekası ile birleştirmesi oldu. Bu ikisinin beraberliğinden doğan sosyal hoşgörüdeki artış bilişsel değişikliklere işbirliğine açık iletişime yol açtı.
Dostluk önemli ise bunca şiddet, saldırganlık niye?
Eğer insan kendini evcilleştirerek içindeki ‘en iyiyi’ yarattı ise, kazandığımız bu dostluk güdüsü ile sergilediğimiz şiddet nasıl bir arada olabiliyor?
Şimdi de en can alıcı soruya gelelim. Çünkü türümüze ilişkin bu iyimser bakış açısı birbirimize yaşattığımız şiddet ve acılar ile hayli çelişiyor.
Eğer insan kendini evcilleştirerek içindeki ‘en iyiyi’ yarattı ise kazandığımız bu dostluk güdüsünü şefkati zulmümüzle nasıl uzlaştırırız?
Bilim dünyasının buna da bir açıklaması var: Dostluğun altında yatan aynı nörohormonal değişikliklerin bazıları aynı zamanda korkunç şiddeti de destekliyor.
Oksitosin, ebeveyn davranışı açısından çok önemlidir; hatta sarılma hormonu olarak adlandırılır. Ama belki de anne ayı hormonu çok daha iyi bir isim. Yeni doğmuş bebeğin gelişiyle annenin içinden akan oksitosin, birisi o bebeği tehdit ettiğinde hissettiği öfkeyi de besler. Örneğin, fazladan oksitosin verilen hamster annelerinin tehditkar bir erkeğe saldırması ve ısırması daha olasıdır. Oksitosin aynı zamanda ilgili erkek saldırganlık formlarında da yer alır.
Mevcut oksitosin, erkek bir sıçan eşiyle ilişkiye girdiğinde artar. Onu daha çok önemser ama aynı zamanda dişisini tehdit eden bir yabancıya saldırması daha olasıdır.
Sosyal bağı, oksitosin ve saldırganlığı birbirine yakınlaştıran bu bağlantı, memeliler arasında yaygın olarak görülmektedir.
Türümüz kendi kendine evcilleştirme ile şekillenirken, arkadaşlığın artması beraberinde yeni bir saldırganlık biçimi getirdi.
Evcilleşme sürecinde salgıladığımız seratoninin artması, oksitosinin davranışımız üzerindeki etkisini artırdı.
Grup üyeleri birbirleriyle bağlantı kurma yeteneğine sahipti ve aralarındaki bağlar o kadar güçlüydü ki, kendilerini aile gibi hissediyorlardı. Başkaları için yeni endişeler beraberinde , grup üyelerini savunma için şiddette başvurma arzusunu getirdi.
Sonuçta sevmek için evrimleştikçe insanlar daha şiddet meyilli hale geldi.
Çözüm ne?
Tehdit altında olma duygusunu azaltmanın yolu var.
İnsan doğasının evrimsel paradokslarına rağmen, grup üyeliğini milyonlarca genişletmeyi başardığını çoktan kanıtladı. Bu çeper daha da genişletilebilir. Çatışmayı yok etmenin en iyi yolu gruplar arasında algılanan tehdit duygusunu sosyal etkileşim yoluyla azaltmaktır.
Tehdit altında hissetme duygusu bize grubumuzda diğer üyeleri korumaya yöneltirse gruplar arasında tehditkar olmayan bir temas, bize ‘grubumuzun kim olduğu?’ tanımını genişletmemize de olanak tanır.
Örneğin ABD’de siyahi çocuklarla okula giden beyaz çocuklar birlikte büyüdükçe iki ırk arasındaki evlilikler de karşılıklı dostluklar ve komşuluk ilişkileri de arttı.
Bu formül hala eğitimde işe yarıyor.
Çoğu politika, tutumdaki bir değişikliğin davranışta bir değişikliğe yol açacağı varsayımıyla yürürlüğe girer. Ancak gruplar arası çatışmalarda davranışların değişmesi zihinlerin de değişmesine yol açar.
Kendi kendine evcilleştirme hipotezi, bir tür olarak neden başkalarıyla ilişki kurmak için evrimleştiğimizi açıklıyor. Farklı ideoloji, kültür veya ırktan insanlarla olumlu ilişkiler kurmak hepimizin Homo sapiens adlı tek bir gruba ait olduğumuzun evrensel olarak etkili bir hatırlatıcısı.
Bu, bize hominin hattındaki diğer üyelerden daha uzun süre hayatta kalmamız için gereken avantajı sağladı. Evrimsel terimlerle, dostluğu ‘başkalarına karşı kasıtlı veya kasıtsız olumlu davranışlar’ olarak tanımlarız. Sosyal etkileşimlerin türümüzün başarısı üzerindeki faydaları – sorunları bireylerin kendi başlarına çözebileceklerinden daha iyi çözme yeteneği – o kadar önemli olduğunu kanıtladı ki, seçilimin bedenlerimizi ve zihnimizi şekillendirme biçimini etkiledi. Sonuçta ortaya çıkan bilgiyi nesiller arasında paylaşma yeteneği, gezegenin her köşesini doldurmamızı sağlayan teknoloji ve kültürü üretti.
Özlem Yüzak *Bu yazı, HBT Degi 233 sayıda yayınlanmıştır.
Kaynaklar: Scientific American, Ağustos 2020
Yorum gönder