Kadı Fıkraları
Karakuşu kadısının kızarmış kazı
Bir gün Karakuşi Kadı, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş. Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var…
Karakuşi Kadı, fırıncıya,
-“Ben bunu aldım” demiş.
Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş.
Az sonra ördeğin sahibi gelmiş:
-“Hani bizim ördek?”
Fırıncı boynunu büküp,
-“Uçtu” deyince iş kavgaya dönüşmüş.
Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış… Gayrimüslim de peşinde kovalıyor… Bir duvardan atlarken, bilmeden öteki taraftaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş.
Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış…
Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşi Kadı”nın karşısına çıkarmışlar.
Kadı sırayla sormuş… Ördeğin sahibi:
-“Bu adam ördeğimi iç etti” diye şikâyet etmiş.
Karakuşi Kadı, fırıncıya sormuş:
-“Ne yaptın bu adamın ördeğini?”
Fırıncı:
-“Uçtu” demiş.
Kadı, kara kaplı defterini açmış: Ördeğin karşısında “tayyar” yazılı. Tayyar “uçar” anlamına gelir.
-“O halde ördeğin uçması suç değil” diyerek fırıncının beraatına karar vermiş.
Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş… Onun şikâyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
-“Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o müslimin tek gözü çıkarıla…”
Davacı,
-“Ne olacak?” diye sorunca,
Karakuşi Kadı:
-“Şimdi” demiş,
-“Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.”
Tabii gayrimüslim şikâyetinden hemen vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da beraat etmiş.
Çocuğunu kaybeden kadının kocasına da Karakuşi Kadı:
-“Tamam”” demiş, “Karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak!”
Böyle olunca adam da şikâyetini anında geri almış; fırıncı bu davadan da kurtulmuş.
Kadı dönmüş Yahudi”ye:
-“Senin şikâyetin ne bre?..”
Yahudi ellerini açmış:
-“Ne diyeyim kadı efendi” demiş, “Adaletinle bin yaşa sen emi!”
Sarhoş kadı
Hoca’nın memleketi olan Sivrihisar’ın bekri bir kadısı var imiş. Bir gün bağında sarhoş olup yatmış. Kavuğunu, binişini şuraya buraya atmış. Hoca da tilmizi İmad ile o gün seyrana çıkmış imiş. Kadının o halini görüp binişini almış, sırtına giymiş gitmiş.
Kadı ayılıp binişini bulamayınca muhzıra:
-“Bak göz kulak ol, bulursan al getir”, der.
Muhzır, Hoca’nın sırtında görüp mahkemeye getirir. Bir muhakeme zamanına tesadüf eder.
Hoca, kadıya:
-“Dün İmad ile gezmeye çıktık, baktık ki bir bağda bir sarıklı adam sarhoş olmuş, kusmuş yatıyor. Ben de binişi aldım, sırtıma giydim. Buna şahit ve emare de gösterebilirim. Bulun sahibini vereyim”, deyince
Kadı:
-“Kim bilir hangi sefihtir! Hele sen afiyetle git, giydiğine bak, ben karışmam”, demiştir.
Kadı gence anasını tanıtıyor
Eski zamanlarda, kötü mü kötü, acımasız mı acımasız bir kadı varmış… Gelen suçlu mu değil mi fazla araştırmaz, hele suçlu bulduklarına hiç acımaz, verilecek cezaların en ağırını verir, eline düşeni inim inim inletirmiş…
O devirde oğlundan eziyet gören bir kadıncağız varmış…
Oğlu, yaşlı kadıncağıza yaptığı şiddeti, eziyeti öylesine artırır ki artık anası bu kadarına dayanamaz ve kadıya şikayete gitmeye karar verir…
Kadının huzuruna çıkar, derdini anlatır, böyle böyle… der, oğlunun cezalandırılmasını ister…
Bu sırada kadı, bir önceki şikayetçinin davasını karara bağlamış, suçluyu öldüresiye dövdürmektedir…
Ortalık ana baba günüdür. Dövülen canhıraş bağırmaktadır…
Bunu gören kadın, davasından vazgeçmek ister, oğlunun ne olursa olsun zarar görmesine ana gönlü razı gelmez…
Gitmek ister, şikayetten vazgeçtim, der. Kadı onu bırakmaz:
-“Hanım Hanım , göster oğlunu, hangisi bunların senin oğlun?” Göster oğlunu, göstermezsen karışmam ha!” diye kadını sıkıştırır, gözünü korkutur.
Yaşlı kadın, çaresiz kalır, kurtulmak için, oradaki seyircilerden birini gelişigüzel işaret eder:
-“İşte Kadı Efendi, oğlum bu!” der…
Sen misin diyen…
Kadı kükrer:
-”Demek annesine eziyet eden oğul sensin ha?”
Delikanlı itiraz eder:
“O benim annem değil, ben hayatımda bu kadını hiç görmedim bile!”
Oğlanın böyle demesine, itirazlarına kimse aldırmaz. Kadı, hemen oğlanı falakaya yatırtır… Bir posta sopa attırır:
-”Hem ananı inkâr ediyorsun, hem de ona evde utanmadan eziyet ediyorsun! Göstertirim sana gününü, serseri!” der…
Sopaya ara verilir, yarı baygın oğlana sorulur:
-“Söyle bakalım doğruyu, bu benim anam, de!”
Delikanlı inkâr eder:
-“O benim anam değil!.. O benim anam değil!..”
Haydi… bir posta daha dayak yer…
Yine sorarlar:
-“Söyle, bu kim?”
Oğlan, artık dayanamaz, dayaktan kurtulmak için:
-”Evet, o benim anam!” demek zorunda kalır…
Kadı:
-”Ha şöyle…Şimdi ananı sırtla, eve kadar taşı, evde elini sıcak sudan soğuk suya sokturma, gönlünü al!” diyerek oğlanı serbest bırakır…
Anayı sırtlayan oğlan, yolda giderken ağabeyine rastlar. Ağabeyi, kardeşini perperişan, üstü başı yırtılmış, eli ayağı mosmor, sırtında da bir yabancı kadınla topallayarak giderken görünce şaşırır, sorar:
-“Kardeşim, bu ne hâl? Sırtındaki bu kadın da kim?”
-“Kim olacak, anamız!”
-“Oğlum, sen kafayı mı yedin, nerden anamız oluyor bu kadın?”
Oğlan kardeşini uyarır:
-“Demin Kadı, bu kadının anamız olduğunu bana öyle bir belletti ki… Sen de inkâr etme, yoksa acımazlar, sana da bir güzel belletirler…”
Kasabanın zorba kadısı
Kasaba halkı, Kadıdan çok şikâyetçiydi. Rüşvetsiz iş görmeyen, zorbalığı son haddini bulan bir adam kasabayı kasıp kavuruyordu. Hakkında yapılan bütün şikayetler de, vali akrabası olduğu için hep etkisiz kalmıştı.
Sonunda bıçak kemiğe dayandığından, kasabanın ileri gelenleri durumu sonradan valiye anlatmaya karar verdiler. Tam o sıralarda İstanbul’dan hemşerilerinin ziyaretine kasabaya gelen İncili Çavuş’u da önlerine alarak valiye gittiler.
Vali, heyeti nezaketle kabul etti, ikramlar yaptı. Hoşbeşten sonra ağız açmalarına fırsat bırakmadan:
-“Ya kadı efendi biraderimiz nasıldır? Doğrusu bu derece adil, dürüst, hakkaniyetli, faziletli, alim bir kadı her kazaya nasip olmaz”, diye övmeye başlayınca, heyetten hiçbirinin şikayete dili varmayacağını anlayan İncili Çavuş, hemen atıldı:
-“Tamamen hakkı aliniz var efendimiz. Esasen buraya gelişimizin sebebi de, kendilerinden bu kadar memnun oluşumuzdur. Bu derece dürüst, hakkaniyetli, faziletli, alim ve fadıl bir kadıya malik olmak gerçekten bir kaza için nimettir. Şimdiye kadar biz bu nimetten fazlasıyla faydalandık. Diyoruz ki, biraz da vilayetin öbür kazaları bundan hisse alsınlar. Onun için bir başka kazaya naklini ricaya geldik.”
Yalancı şahit
Günü birinde Nasreddin Hocanın arkadaşlarından biri kendisine gelip; birisinin kendisini mahkemeye verdiğini bir buğday meselesi hakkında yardımına ihtiyacı olduğunu, kendisi için yalancı şahitlik yapmasını istemiş hocadan.
Nasreddin Hoca bu çok eski arkadaşını kıramamış ve yalancı şahitlik yapmayı zor da olsa kabul etmiş.
Fakat mahkeme boyunca sürekli buğday yerine arpa diyormuş.
Kadı en sonunda sinirlenip:
-“Bre adam, dava buğday davası arpa değil. Neden sürekli arpa diyorsun şuna?” diye çıkışmış hocaya.
Hoca da gayet sakin:
-“Efendim mesele yalan olduktan sonra buğday olsa ne olur arpa olsa ne olur?
Kadı Efendinin cübbesi
Akşehir kadısı keyfine düşkün bir adammış. Akşehir’de halkın yanında içki içemeyeceğini iyi bilen kadı efendi, canı içmek isteyince; şarap şişesini alıp, bağlara gidermiş. Kadı efendi bir gün şarap şişesini alıp bağlara gitmiş, kendisini kimsenin görmeyeceği bir yere varınca; şarabını içmeye başlamış. İyice sarhoş olan kadı efendi, cübbesini, sarığını bir yere fırlatıp atmış ve kendisi de sızıp kalmış. Nasrettin Hoca’nın da bir cübbeye ihtiyacı varmış. Üstündekiler epey eskiymiş. Yerlere atılmış cübbeyi görünce hemen alıp sırtına giymiş. Kadı akşama doğru ayılmış, bir bakmış ki; cübbe yok. Cübbesini arayan kadı efendi, bulamayınca; çalındığını sanmış. O halde evine gelen kadı efendi, adamlarına emir vermiş:
– Yarın sabah kimin sırtında benim cübbeyi görürseniz; hemen yakalayıp getirin!
Ertesi gün çarşıyı pazarı dolaşan kadının adamları, bir bakmışlar ki; kadının cübbesi Nasreddin Hoca’nın sırtında. Bunu gören adamlar, Hoca’yı apar topar yakalayıp kadının huzuruna getirmişler. Kadı cübbeyi tanıyınca sormuş:
– Hoca efendi, bu cübbeyi nerden buldun?
– Dün bazı arkadaşlarla bağda dolaşıyorduk. Bir de ne görelim? Saçı sakalı ağarmış, şöyle sizin gibi kelli felli bir adam, zil zurna sarhoş olmuş yatmıyor mu? Yanında da içilmesi haram olan koca bir şişe şarap da var. Cübbesini sarığını çıkartıp atmış. Bu halde oralardan bir hırsız geçecek olsa cübbeyi çalacak. Buna meydan vermemek için cübbeyi aldım. Sahibi çıkınca hemen çıkarıp vereceğim. Şahitlerim de var.
Kadı şöyle sakalını bir sıvazladıktan sonra biraz düşünmüş ve demiş ki:
– Sen o cübbeyi sağlıkla giymeğe devam et Hoca efendi, o cübbenin sahibi çıkmaz…
Haklı haksız
Nasrettin Hoca’ya bir gün sormuşlar:
– Hocam, eğer kadı olsaydın, bir dâvayı nasıl halleder, karar verirdin?
Nasrettin Hoca:
– Bundan tabiî ne var yahu, demiş, haklıyı haklı, haksızı haksız çıkarırım.
– Ya iki taraf da haklı olursa?
Nasrettin Hoca bir düşündükten sonra:
– Vallahi, demiş, bunca yıldır yaşarım, daha iki kişinin birden haklı olduğunu görmedim.
Kadının maaşı
Eskiden kadıların maaşı olmazmış. Davanın harcını alarak geçinirlermiş. Bir gün kadının birisini, ahalisi gayet sakin, kavga etmeyen bir yere tayin etmişler. Aradan uzun zaman geçmiş, kadıya hiç dava gelmemiş, para bakımından sıkıntıya düşmüş. Mübaşiri çağırmış, yoldan geçen iki kişiyi zorla mahkemeye aldırtmış. Adamlardan birine sormuş:
– Senin şu adam dan bi davan var mı?
– Hayır yok.
Öbürüne sormuş:
– Ya senin?
– Ne münasebet Kadı Efendi, benim de yok.
– O halde şimdi bir karar yazıyorum. Belki ilerde lâzım olur. Verin bakalım kararı harcı onar kuruş.
İncil’i Çavuşun Atı
Eskiden kadıların maaşı olmazmış. Davanın harcını alarak geçinirlermiş. Bir gün kadının birisini, ahalisi gayet sakin, kavga etmeyen bir yere tayin etmişler. Aradan uzun zaman geçmiş, kadıya hiç dava gelmemiş, para bakımından sıkıntıya düşmüş. Mübaşiri çağırmış, yoldan geçen iki kişiyi zorla mahkemeye aldırtmış. Adamlardan birine sormuş:
– Senin şu adam dan bi davan var mı?
– Hayır yok.
Öbürüne sormuş:
– Ya senin?
– Ne münasebet Kadı Efendi, benim de yok.
– O halde şimdi bir karar yazıyorum. Belki ilerde lâzım olur. Verin bakalım kararı harcı onar kuruş.
Molla Feneri
Adamın biri bir at satın alır. Atın hasta olduğunu fark eder. Sahibinin de geri almayacağından endişe ederek kadıya gider. Kadı yerinde yoktur, geri dönüp evine gider. Kısa zaman sonra at ölür. Ertesi gün kadıya gidip anlattığında kadı “zararını ben ödeyeceğim” der. Adam;
— Sizin konuyla ilginiz yok, neden ödeyeceksiniz ki, dediğinde;
— Ben yerimde olsaydım zararın olmayacaktı, senin zararına benim makamımda olmamam sebep oldu, der.
O kadı, sonradan Osmanlı’nın ilk şeyhülislamı olacak olan Molla Fenari idi. (1350-1431)
Yahudi komşunun altınları
Bir zamanlar Nasrettin Hoca’nın epey bir paraya ihtiyacı olmuş. Ne yapsa etse de ihtiyacı olan parayı tamamlayamamış. Başlamış gece gündüz evinde yüksek sesle dua etmeye:
– Ya Rabbim! Bana yüz altın ver! Doksan dokuz olursa asla kabul etmem!..
Onun durmadan böyle dua ettiğini duyan zengin Yahudi komşusu, alay etmek için Nasrettin Hoca’nın geçeceği yola 99 altın bırakarak, bir köşeye gizlenmiş. Biraz sonra Nasrettin Hoca gelmiş, yerdeki altınları görmüş, toplamış, tek tek saymış 99 altın. Nasrettin Hoca altınları cebine atıp, şükretmiş:
– Allah’ım, dualarımı kabul ettiğin için sana şükürler olsun. 99 altını veren 1 altını da verir!
Köşeden bizim hocayı gözetleyen Yahudi atılmış:
– Dur Hoca, ne yapıyorsun? Altınlar benim!..
Hoca da içinden “Demek benimle alay etmek için yoluma altın dökersin ha!.. Ben seni bir süründüreyim de gör!..” diye gülmüş kendi kendine. Yahudi’yi sinir etmek için demiş ki:
– Bak komşu, bu altınlar senin değil!.. Ben yüce Rabbime yalvardım; bu altınları da bana o verdi.
Yahudi başlamış ağlamaya:
-Altınlarım gitti!.. Altınlarım gitti!..
Nasrettin Hoca da Yahudi’nin hâline gülmeye başlamış. Yahudi de yapışmış hocanın yakasına:
– Kadıya gidelim!..
Hoca da gönülsüz gönülsüz cevap vermiş:
-Kadıya gitmesine gidelim de, benim sırtımdaki kürkümle, başımdaki börküm eski.
Yahudi bakmış başka çare yok; sırtındaki kürkünü, başındaki börkünü çıkarıp hocaya vermiş. Hoca kürkü sırtına, börkü başına geçirdikten sonra sormuş:
– Bu kürkle, bu börkle insan yaya yürür mü?
Yahudi çaresiz “Yeter ki Nasrettin Hoca benimle kadıya gelsin.” diye atını da vermiş, düşmüşler yola, gelmişler kadıya. Yahudi şikâyet etmiş:
-Nasrettin Hoca 99 altınımı aldı, geri vermiyor!..
Kadı, soran gözlerle Nasrettin Hoca’ya bakmış. Hoca da kendini savunmuş:
-Yalan kadı efendi, bu arkadaşta biraz delilik vardır, biraz sonra sırtımdaki kürke, başımdaki börke dahi sahip çıkacaktır!..
Kadı, Yahudi’ye dönüp sormuş:
-Öyle mi?
Yahudi telaşla atılmış:
-Kürk de benim, börk de benim!..
Ağlayan Yahudi’ye bakıp, içinden kıs kıs gülen Nasrettin Hoca yine söz almış:
-Gördünüz mü kadı efendi? Nerdeyse altımdaki ata da sahip çıkacak!..
İyice telâşlanan Yahudi bağırmış:
-At da benim!..
Kadı da Yahudi’ye bağırmış:
-Haddini bil efendi!..
Sinirlenen kadı, Yahudi’yi kovmuş. Nasrettin Hoca, Yahudi’yi kırk gün yalvartmış, kırk gün sonra da sormuş:
– Akıllandın mı?
Yahudi de ağlayarak cevap vermiş:
– Akıllandım.
Hoca da Yahudi’den aldığı her şeyi geri vermiş.
İnsan kendi kulağını ısırabilir mi?
Nasrettin Hocanın kadılık yaptığı bir dönemde adamın birisi gelmiş.
– Kadı efendi, falanca adam kulağımı ısırdı. Kendisinden şikayetçiyim, demiş. Hoca:
– Onu da getir, davanıza bakayım, diyerek davacıyı göndermiş.
Bir zaman sonra, davalı da davacı da gelmiş, Hocanın karşısında el bağlamışlar. Davalı olan adam, itiraz etmiş.
-Vallahi de billahi de ben ısırmadım kadı efendi. Bana iftira ediyor. Kendi kulağını, kendisi ısırdı, demiş boynunu bükerek.
Hoca, biraz düşündükten sonra:
– Şimdi gidin, öğleden sonra gelin; davanızı karara bağlayalım, demiş.
Adamlar çıkıp gitmişler. Hoca; “Dur bakalım, insan kendi kulağını nasıl ısırır; bir deneyeyim” demiş kendi kendine. Başlamış kendi kulağını ısırmak için uğraşmaya. Ha ısırdım, ha ısıracağım derken düşmüş, başını kırmış. Yüzü gözü kan revan olmuş. Ne ise kanlarını temizlemiş, başına da beyaz bir bez sardıktan sonra duruşma salonuna girmiş. Çok geçmeden davalı ile davacı gelmiş. Davacı:
– Allah aşkına söyleyin kadı efendi! İnsan kendi kulağını ısırabilir mi? Buna imkan var mı? diye sormuş.
Nasrettin Hoca, beyaz sargılar içinde olan başını sallamış.
-Isırır birader, ısırır! Isırmaya çalışırken de yere yuvarlanıp başını kan revan eder, demiş.
Mesele çatallaştı
Kasabalılar, Nasreddin Hoca’ya Kadıdan yakınmışlar:
“Kadı efendi çok menfaatçi bir adam. Aynı suça bazen beraat, bazen de çok ağır ceza veriyor. Hak hukuk tanımıyor, nereden menfaati varsa o taraftan oluyor. Münafık bir adamdır. Bundan nasıl kurtuluruz” demişler.
Hoca durumu mülki amirlere bildirmişse de, onları pek inandıramamış.
“Nasıl ispat edersin”? demişler.
Hocamız, Kadı efendinin tanımadığı bir müfettişin kendisine gönderilmesini ve beraberce Kadıyı ziyaret etmelerinin yeterli olacağını mülki amire, (valiye) anlatmış. Kabul etmişler.
Kararlaştırılan günde müfettiş bey kasabaya, Nasreddin Hoca’nın konuğu olarak gelmiş. Kimliğini gizli tutarak, kasaba eşrafından beş altı kişiyle beraber kadı efendiyi ziyarete gitmişler.
Hoş beşten sonra, Hoca, Kadı efendiye:
-“Efendi” demiş. “Kırda sığırlar yayılırken bir alaca inek, -sanırım sizinki- bizim ineği karnından boynuzlayıp öldürmüş. Buna ne gerekir?”
– “Bunda sahibinin ne kabahati var?” demiş Kadı, “Hayvandan kan davası edilmez.”
Hoca sözünü değiştirmiş: fıkraoku.com
– “Yok yok yanlış söyledim, bizim inek sizinkini öldürmüş !”
Bunu duyan kadı efendi hızla yerinden kalkıp, raftaki Kanun kitabına uzanırken;
– “Haa mesele şimdi çatallaştı, bakalım kara kaplı kitap ne diyor?” demiş.
Tamam mahkeme bitti
Yoksulun biri, son parasıyla fırında bayat bir ekmek almış, aşçıya gitmiş, pişen yemeğin buharına ekmeği tutup yumuşata yumuşata yemiş.
Dışarı çıkarken aşçı yapışmış:
– Parasını ver!
– Yemek yemedim ki!
– Olsun buharda yumuşattın!
Kadıya çıkmışlar, olayı anlatmışlar, kadı Bektaşiymiş, cebinden kesesini çıkarıp bozuk paraları iki avucuna boşaltmış, aşçının kulağının dibinde sallaya sallaya şıkırdatmış:
– Tamam mahkeme bitti, gidin!
Aşçı itiraz etmiş:
– Hani benim param!
– Buhardan yemeğin parası şıkırtıyla ödenir.
İkimizin arasında gidiyorum
Nasreddin Hoca bir Kadı ile Bir tüccara yoldaş olmuş. Ortada Hoca, sağında Kadı efendi, solunda Tüccar efendi, hem konuşuyorlar hem de yürüyorlarmış. Hoca efendi yeri geldikçe yol arkadaşlarının yaşamları ve ibadetlerindeki gevşeklikleri konusunda söz dokundururmuş.
Makamına güvenip, kendini çok büyük bir adam sanan Kadı efendi, Hoca’ya:
– Sana da lâf yetişmez ki, istersen öyle kurnaz kesilirsin ki, en yaman muzırları bile geride bırakırsın. İstersen yaban öküzünden daha şaşkın görünürsün.
– Yok canım, abartıyorsun, bak ben haddimi nasıl biliyor, muzırla yaban öküzünün arasında gidiyorum, demiş.
Tokat cezası
Hoca yolda giderken adamın biri arkasından yaklaşıp ensesine bir okkalı bir tokat atmış. Hoca kadıya başvurmuş. Meğer kadı bu adamın yakın dostuymuş. Onları barıştırmayı denemiş, ama başaramamış.
Mecbur kalan kadı:
– Haksız yere tokat vuranın bir akçe ceza ödemesine karar verdim, demiş. Adama dönüp kaş göz işareti yaparak, “Git bir akçe getir” diye emretmiş.
Adam gitmiş. Hoca da oturup akçenin gelmesini beklemiş. Aradan uzun bir süre geçip de adamın gelmeyeceğini anlayan Hoca, önündeki kâğıdı okumaya çalışan kadıya yavaşça yaklaşıp ensesine iki tokat şaplatmış. Kadı efendiye bir akçe uzatmış, peşinden de eklemiş:
– Benim işim var kadı efendi, şu bir akçe benden, bir akçe de getiren adamdan alırsın, hesap tamam olur.
Seferiyim
Bektaşiyi oruç yerken yakalayıp Kadının huzuruna çıkarmışlar. Kadı sormuş:
-“Oruç yiyormuşsun…”
Bektaşi istifini bozmamış:
-Seferiyim efendim”
Mahalleli karşı çıkmış:
-“Yok, Baba Erenleri tanıyoruz, biliyoruz, kırk yıldır bizim burada oturur…
Bektaşi, Kadıya dönmüş:
-“Onlar bilmez, demiş, ben seferiyim…
Kadı:
-“Nasıl oluyor bu?”
Bektaşi:
-“Ahiret yolcusuyum…”
Komşunun kazanı
Kasabada tefeci bir adam varmış. Başı sıkışan birine para verirse getirdiği güne göre faizini hesaplayıp alırmış.
Günün birinde bir komşusu bu tefeciden büyük kazanını emanet istemiş. Almış. İşini görmüş. İade ederken de içine bir küçük kazan koymuş.
Sahibi emin olmak için sormuş.
-“Bu tencere ne?”
Komşusu;
-“Senin kazan doğurdu” deyince hemen sahiplenip tencereyi almış.
Birkaç zaman sonra komşusu yine büyük kazanı emanet istemiş ve almış. Kazanın sahibi aradan on – on beş gün geçtiği halde kazanının geri gelmediğini görünce, kazanını istemiş.
-“Kazan öldü” diye bir yanıt almış.
Hiddetlenmiş. Mahkemeye kadıya başvurmuş.
O sıralarda Nasreddin Hoca , Kadılık görevi yapmakta imiş. Davalı ve Davacıyı dinledikten sonra:
-“Senin kazan, doğuran kazan olduğuna göre ölmesi de gerekir,” diye hükmetmiş.
Adam hiddetle:
-“Hiç kazan ölür mü kadı efendi ?” deyince:
Kadı Nasreddin Hocamız yanıtı yapıştırmış;
– “Doğurduğuna inanıyorsun da, öldüğüne neden inanamıyorsun? …”
Mısır’a kadı oldu
Bir gün Hoca, gene eşeğini kaybeder. Eee, bu kaçıncı!.
Gayri canına ‘tak’ eder.
-“İllallah bu tas kafalının elinden! Aklını basına alsın da, biraz da o beni arayıp bulsun!” diye söylenir.
Şuradan şuraya adımını atmaz. Aradan aylar, günler geçer. Kör olası ne döner gelir, ne bir kuru selam gönderir.
Günlerden bir gün Hoca eşekler başı Deli Ömer’i görür:
-“Bu herifin azıcık kulağı deliktir. Şunun bir ağzını arayayım!” der, nasıl ararsa arar.
O da:
-“Duymadın mı, der; senin eşek Mısır’a kadı oldu!”
Bunu duyunca, Hoca basını sallar:
-“Tevekkeli değil; ben bizim çömeze ders verirken, o da kulaklarını dikip dinliyordu!” der.
Beni mahçup etme
Osmanlı dönemini paşalarından birinin sadık bir adamı efendisi için çalışırken başını belaya sokar.
Zaptiyeler onu yakalayıp kadı efendinin karşısına çıkarılar. Gidiş idama doğru.
Zavallı:
-“Ee nedir ne oluyor, diye sordukça;”
-“Hiç telaşlanma”, derler.
-“Paşa ne yapar eder seni kurtarır”, derler.
Gariban ümitle bekleye dursun paşa hiç oralı değildir.
İhtimal adamı kurtarırken kadı ile bozuşmaktan korkmaktadır. Son celse yapılır ve karar idamdır.
Zaptiyeler adamı iki kolundan tutmuş götürürlerken gariban kapıdan paşayı görür, son bir ümitle ona doğru hamle yapar. Neredeyse kurtar beni paşam diye haykıracaktır.
Paşa bu ihtimalden korkarak, zaptiyelerin kolundaki garibanın yalvaran gözlerine bakarak yalnızca onun duyabileceği bir ses tonuyla
-“Bir can için beni mahcup etme evladım”, diye fısıldar.
O zaman başka
Hoca’nın kadılık yaptığı sıralarda bir adam gelmiş:
-“Hoca efendi demiş, size bir şey danışacağım.”
-“Buyurun sorun”. Demiş Hoca, adam sözünü sürdürmüş:
-“Geçen gün , komşuların size ait olduğunu söyledikleri bir inek, tarlada bizim ineğin karnını vurup öldürmüş. Şimdi ne yapmam gerek?”
Hoca, sakallarını sıvazlayıp bir an düşündükten sonra:
-“Hayvan bu, demiş, dava edecek değilsin ya!..”
-“Teşekkür ederim kadı efendi.”
-“Sahibinin de bu işte suçu yok; ne bilsin böyle olacağını?”
Adamın yüzü gülmüş, tekrar söze başlamadan önce:
-“Kusura bakma kadı efendi, demin ben bir yanlışlık yaptım, ölen inek benimki değil, senin ki imiş.”
Hoca , yerinden doğrulup:
-“Bak demiş, şimdi iş değişti. O halde verin raftaki kara kaplı kitabı da hele bir bakalım!…”
Yorum gönder