Büyük Suriye’den Küçük Suriye’ye
Suriye adı yalnızca modern Suriye devleti ve ondan önceki Fransız Mandası için kullanılmaktadır. Büyük Suriye ismi çok daha geniş bir alanı tanımlamak için kullanılmaktadır: Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin ve Ürdün’ü kapsamaktadır. Bu modern devletlere oldukça katı siyasi sınırlarını veren haritadaki çizgiler ancak yirminci yüzyılda İngiltere ve Fransa tarafından çizildi. Tarih boyunca Büyük Suriye, pusulanın her noktasından işgale açık olmuş, coğrafyası ise merkezi kontrolü son derece zorlaştırmıştır. Haritaya üstünkörü bir bakışta görüleceği gibi, Afrika ile Avrasya arasındaki kara yolunu içermektedir. Sürekli olarak başka yerlerden gelen güçlü hükümdarlar tarafından yönetilmiş ve işgal edilmiştir. Daha 1840 yılında Lord Palmerston, Suriye’nin Asya Türkiye’sinin askeri anahtarı olduğunu belirtmişti.
Suriye tarihini inceleyen Batılılar için çözümün Suriye haritasını yeniden çizmek olup olmadığını merak etmek kolaydır. Çok az Batılı bunu savunuyormuş gibi görünmek ister, ancak sadece olasılığı yükseltmek neredeyse kaçınılmaz bir şeymiş gibi görünebilir. Irak’ın sorunlarının Şii Arap, Sünni Arap ve Kürt devletlerine bölünerek çözülebileceği fikri, Irak’ın 2003’teki işgali sırasında zaman zaman gündeme getiriliyordu. Şimdi Suriye’nin de aynı şekilde bölüneceği ima ediliyor: Doğuda Kürtler (ki Irak’taki kardeşleriyle birleşebilirler), Aleviler Lazkiye merkezli kendi devletlerini kuracak ve arada Sünni bir devlet olacak.
Bu, Batı’nın haritalara güzel çizgiler çizip ardından Suriye halkının kendileri için seçilen özel renkle işaretlenmiş bölgelere düzgün bir şekilde adım atmalarını bekleme eski bir Batı bir hastalığıdır. Ancak işler bu şekilde yürümüyor. Zira sınırları tekrar çizme girişimi, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu’nun bölünmesini ve Fransızların manda yönetimi sırasında Suriye’yi bölme girişimini sekteye uğratan sorunların aynılarıyla karşı karşıya kalacaktır.
Fakat şu anda Suriye’deki durum umutsuz görünüyor. Etnik veya mezhepsel bölünme yaşanabilir. Yeni rejim henüz zaferinin sarhoşluğu yaşıyor. Çatışma henüz başlamadı. Yeni rejimdeki disiplin ve otorite eksikliği bunun hâlihazırda gerçekleşebileceğini gösteriyor. Küçük kasaba ve köylerden gelen milislerin yanı sıra yerel kökenli aşiretler, İslamcı, Kürt ve hatta Hıristiyan gruplar toprak ve kaynakların kontrolü konusunda birbirleriyle savaşabilir. Diğer olasılık ise uluslararası toplumun ülkeyi bir geçiş yoluna sokmak için bazı koordineli adımlar atmasıdır ki şu anda bu pek olası görünmüyor. Uluslararası toplum Suriye’nin ebesiydi; artık Suriye’nin cenazecisi haline geldi.
Arka planda Rusya ve ABD yer alıyor. Rusya’nın rejimle bağları Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra da varlığını sürdürdü ve en sonuna kadar Esad rejimini destekledi. Rusya’nın, Esad rejiminin hayatta kalması konusunda güçlü çıkarları vardı ve bu nedenle onu sonuna kadar destekledi.
Peki ya Amerika? Amerika demokratik bir Suriye rejimi inşa etme girişimlerini destekledi, fakat onun asıl kaygısı bu muydu? Hangisi önce gelir: Suriye halkının refahı mı, yoksa Amerika’nın jeo-stratejik çıkarları mı? Suriye için Soğuk Savaş hiçbir zaman sona ermedi. Artık vekâlet savaşlarının sahnesi olarak Lübnan’ın yerini aldı. Amerika, Suriyeli kanı dökülürken vekillerini dizginlememek ve onların da çatışmayı kendi amaçları için kullanmalarına izin vermek suçlamasından kaçamaz. Ve acılar Suriye’yle sınırlı değil, zamanla tüm bölgeye (Türkiye, Irak, Lübnan, Ürdün vd.) yayılacak gibi görünüyor.
Peki ya Türkiye? Suriye krizi Türk iç siyasetini ve toplumunu nasıl etkileyecek? Türkiye’nin Orta Doğu ve daha geniş İslam toplumuyla ilişkisinin ayrılmazlığını vurgulamak için iç meseleler dış ilişkilerle bağlantılı olacaktır. Türkiye, 2002’den bu yana Orta Doğu politikasında belirgin biçimde daha müdahaleci hale geldi. Ancak Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik bu atılgan ve proaktif politikası iç ve dış ilişkilerini olumsuz yönde etkileyecek gibi görünüyor. Suriye ile Türkiye arasındaki ilişkiler hiçbir zaman samimi olmadı ancak çoğu zaman soğuk oldu. Türkiye ve Suriye iki kutuplu bir dünyada birbirlerini temelde zıt taraflarında gördü. Suriye krizi deneyimi, Türk dış politikasının Orta Doğu’ya yönelik hem ilke hem de üslup açısından yeni bir bakışa işaret etmiştir. Sorunun özü, kriz sırasındaki Türk politikasının geri dönüşü olmayan, derin bir değişimi mi temsil ettiği, yoksa krizin kendisine mi yoksa Erdoğan’ın siyasi tarzına ve kişiliğine mi özgü olduğudur. Ankara’nın Suriye krizinde proaktif ve Batı yanlısı bir rol oynamaya devam edeceğini düşünüyorum.
Atatürk’ün Numan Menemencioğlu’na söylediği dış politika ile ilgili şu sözlerini de unutmamak gerekir. 1) Emperyalist devletlerin peşinde koşma, bunun en büyük savaşını biz verdik; 2) Rusya’yı kışkırtma ve 3) Araplara bulaşma. Fakat 1938’den sonra biz ne yaptık; bu söylenenlerin tam tersini. O nedenle de başımız bir türlü beladan kurtulmuyor.
Patrick Seale’in çok güzel ifade ettiği gibi, bağımsızlıktan sonra Suriye, “geleneksel bir toplumun çatlakları üzerine yeni bir deri gibi gerilmiş bir Batılı anayasal formül” ile yönetildi. O derinin çatlama ihtimali çok yüksekti. Bağımsızlık sonrası yıllarda Suriye siyasetinin bu kadar kaotik ve şaşırtıcı olmasının nedeni buydu. Şimdi yine aynı hatanın yapılmak üzere olduğu görülüyor, tıpkı Irak’ta yapıldığı gibi. Yani dışarıdan zorla tepeden inme demokrasi gelmiyor.
1925’te Suriyeli aydınlar, Fransa’nın Suriye’yi bölme çabalarına karşı direnmişti. Suriye halkına “emperyalistler sizin olanı çaldı. Zenginlik kaynaklarınıza el koydular ve vatanınızı böldüler. Sizi mezheplere, devletçiklere ayırdılar. Din, vicdan, düşünce ve ifade özgürlüğünüzü elinizden aldılar. Artık ülkemizde özgürce hareket etmemize bile izin verilmiyor” diye haykırmışlardı.
1945’te İngiltere, nüfuzunu kullanarak Suriyelileri Fransızlarla uzlaşmaya ikna etmeye çalıştı. Ancak bu, Winston Churchill ile Şükrü Kuvvetli arasında bir tartışmaya yol açtı. Şubat 1945’te Kahire’de Arap liderlerin katıldığı bir zirvede Churchill, Kuvvetli ile yaptığı görüşmede, savaş çabası adına Fransa’yı yatıştırmanın gerekli olduğunu savunarak ilk başta yalvardı. Sonuç alamayınca zorbalığa yöneldi. Kuvvetli, denizi işaret ederek “Bu denizin suları kırmızıya dönse bile Fransa ile anlaşma imzalamayacağız! Berrak suları kırmızıya çevirecek kadar kan dökmeye hazırız” diye cevap verince Churchill öfkeyle ayağa kalkarak Kuvvetli’yi tehdit etti: “Sen benim kim olduğumu biliyor musun? diye bağırdı. “Ben Müttefik Kuvvetlerin Başkomutanıyım. Bu dünyada hiç kimse beni tehdit edemez veya korkutamaz.
Ancak tehdit edilen ve korkutulan Kuvvetli’ydi. Fakat Churchill’e boyun eğmedi. Yıllar sonra Churchill’in onu boğmasından korktuğunu anlattı. Churchill’in bir anda öfkeli bir adamdan deli bir adama dönüştüğünü söyledi. Fakat Kuvvetli Churchill’in saygısını kazanmıştı. ABD Başkanı Roosevelt’e Suriyelilerin böyle bir lidere sahip oldukları için şanslı olduklarını söyledi. Bugün yeni Suriye rejiminde atalarının gösterdiği bu dirayetin görülmediği anlaşılıyor. Önümüzdeki süreçte emperyalistlerle iş yapmanın bedelini ödeyecek gibi görünüyorlar.
Suriye’nin son yüz yıllık tarihi, mevcut trajedinin nasıl gerçekleştiği ve bunun önlenip önlenemeyeceği konusunda bize ne anlatıyor? Mevcut çatışmanın nasıl sona erebileceğine dair herhangi bir ipucu veriyor mu?
Faysal’ın 1918-1920’de merkezi olmayan bir anayasal monarşi kurma yönündeki kısa ömürlü girişimi, Suriye halkının kendi ulusunu geliştirmesi veya kendi kaderini tayin etme biçimini seçmesi için şimdiye kadar sahip olduğu en iyi şans gibi görünüyor. Bu şans Fransız ve İngiliz hırsları nedeniyle suya düştü. Bölgeyi kendi kontrolleri altına aldılar ve Suriye olarak bilinen bölgeyi keyfi sınırlar haline getirdiler. Ancak bugün tarihin “ya olsaydı” ve “olabilirdi” yollarında yürümenin bir anlamı yok. Bunun yerine çok önemli bir tarihi gerçeğin altı çizilmelidir: Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında yaşananlar, Batı’ya karşı, daha sonraki tarihin defalarca daha da artıracağı bir güvensizlik mirası yarattı.
Sonuç “Küçük Suriye” fakat “Büyük Ortadoğu”!
Prof. Dr. Behçet Kemal Yeşilbursa
www.bilimsanatyolu.com
Yorum gönder