Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar: 3 Mart 1924 Tarihli Yasaların Kabulünün 100. Yılı – Prof. Dr. Behçet Yeşilbursa
3 Mart 1924, Türk tarihi için en önemli dönemeçlerden biri olmuştur. Çünkü Halifeliğin kaldırılması ile milletimiz daha güçlü bir biçimde dünya milletleri arasındaki onurlu yerini alabilmiştir. 3 Mart 1924 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde üç önemli önerge ele alınmış ve tartışılarak yasalaşmıştır. Bunla sırasıyla 429 sayılı Şer’iye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletlerinin kaldırılmasına dair yasa, 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi-Öğretim Birliği) yasası ve 431 sayılı Halifeliğin kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti toprakları dışına çıkarılmasına dair yasadır.
429 sayılı yasanın yürürlüğe girmesiyle, 1. maddesi uyarınca Diyanet İşleri Başkanlığı, 7. maddesi uyarınca Vakıflar Genel Müdürlüğü ve 9. maddesi uyarınca da “görevlerinde bağımsız” kaydı ile Genelkurmay Başkanlığı Başbakanlığa bağlı olarak kurulmuştur. Öğretim Birliği yasasının en temel amacı ise, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan bütün vatandaşlarımız arasında duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını sağlamaktı. Bir başka deyişle, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkını kelimenin gerçek anlamıyla “Türk Milleti” haline getirmekti. Öte yandan halifelik makamının bulunması Türkiye’yi iç ve dış politikasında iki başlı olmaktan kurtaramamıştı. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik niteliğinin de laik niteliğinin de tam anlamıyla gerçekleştirilmesi, korunması ve geliştirilmesi açısından halifeliğin kaldırılması gerekiyordu.
Hilafet, ümmet düşüncesi üzerine kurulmuş bir kurumdur. Milliyetçilik ve Milli egemenlik düşüncesi üzerine kurulan yeni Türkiye’nin bu ortaçağ kurumu ile bağdaşması mümkün değildi. 1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılması ile Sultan-Halife gibi çifte görevi olan Osmanlı Padişahının elinden egemenlik hakları, devlet yetkileri alınmıştır. Eski Osmanlı Padişahına sadece dini başkan olarak yetkiler tanınmıştı. 3 Mart 1924 tarihli, Hilafetin Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti haricine çıkarılmasına dair kanunla Osmanlı Monarşisinin dayandığı dini kurum da ortadan kaldırılmış ve Yeni Türkiye demokratik ve laik gelişme yolunda son ve önemli bir adım daha atmıştır. Atatürk’ü Halifeliğin kaldırılması konusunda zorlayan en güçlü etken, halifelik var oldukça yapmayı düşündüğü laik inkılaplara imkân olamayacağı düşüncesiydi.
Hilafetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 günü bir diğer kanunla da Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılmıştır. Böylece bu vekâlet tarafından idare olunan okullar ve medreseler de kaldırılmış ve Türk Milli Eğitimi laik ve milli bir nitelik kazanmıştır. Ayrıca Şer’iye Vekâleti kaldırılarak hukuk, mantık ve onun uzantısı olan bilimin temelleri üzerine oturtuldu. Ayrıca Atatürk, Genelkurmay Başkanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığını Bakanlar Kurulu dışında tutarak bu iki kurumu siyasetten uzak tutmak istemiştir.
Basit anlamda laiklik “din işleri ile devlet işlerinin ayrılması” şeklinde tanımlanıyorsa da, bu tanım Atatürk’ün laiklik anlayışını tam olarak yansıtmamaktadır. Atatürk’ün laiklik anlayışı, devleti ve onun kurumlarını, hukuku, eğitimi, kültürü, orduyu, siyaseti ve uzantılarını dinsel içerikten ve denetimden kurtarmaktı. Kısaca laiklik özgürlüktü, çağdaşlıktı.
Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başarı ile bitirdikten sonra, hemen Türkiye Cumhuriyeti’ni ve onun dayandığı Türk ulusunu çağdaş ve uygar toplumların arasına sokmak için çağdaşlaşma hareketlerine girişti. O dönemde, çağdaş uygarlığın en son basamağında yer tutan Batı uygarlığından esinlenip, milli benliğinden kopmayarak çağdaş ve uygar Türk ulusunu meydana getirecek ve Türk kalarak çağdaşlaşacak çağdaş ve ulusal atılımlara girişti. Bu orijinal teşebbüs ve başarı, Atatürk’ün çeşitli konuşma ve el yazılarında görülmektedir. Bunlar ve bunlarla ilişkili eylemler, yalnız siyasi sistemin, yalnız eğitimin ve yalnız sosyal hayatın değişimi ve yenileşmesiyle kalmamış, Türk insanının düşünce yapısının ortaçağ zihniyetinden kopup, aydınlanmanın ışığı ile yeni Türk insanını ve Türk Rönesans’ını yaratmayı amaçlamıştır.
Batı uygarlığından esinlenerek çağdaş topluma kavuşma özlemi, Osmanlı Devleti’nde çok önce başlamıştır ama Osmanlı ıslahatçılarının Batı’ya yönelişleri ile Atatürk liderliğindeki Batı’ya yöneliş arasında önemli bir ayrılık vardır. Osmanlı ıslahatçıları maddi kültür ve manevi kültür ayrımını başka bir deyişle “kültür” ile “uygarlık” arasındaki yapay ayrımı, Osmanlı Devleti’nin son günlerine kadar sürdürdüler ve çağdaşlaşmanın gerektirdiği atılımları yürütemediler. Zira Osmanlı Devleti’nin yıkılmasındaki başlıca etkenlerden birisi de budur. Atatürk’ün önderlik ettiği atılımlarda kültür ve uygarlık ayrımı söz konusu olmamıştır. Atatürk döneminde Batı uygarlığı bütünüyle alınmış ve toplumun yapısına aşılanarak kökten gelişme ve değişmeye olanak sağlanmıştır.
Dolayısıyla bugün, Türkiye Cumhuriyeti dünyanın en gelişmiş devletleri arasındadır ve insanlık âleminin saygın bir üyesidir. Tarih boyunca olduğu gibi, bugün de devletimizin ve ulusumuzun güçlenmesini, kalkınmasını istemeyen iç ve dış güçler vardır. Bu güçlerin engellemelerine rağmen devletimiz tüm güçlükleri başarıyla aşmakta, çağdaş uygarlık yolunda dev adımlarla yürümektedir. Türkiye Cumhuriyeti; laik, demokratik, hukuksal yapısıyla ve bilinçli vatansever yurttaşlarının çalışmalarıyla daha da yücelecek ve sonsuza dek yaşayacaktır.
Görülmektedir ki, 3 Mart 1924 tarihi, Cumhuriyet tarihimizin en önemli dönüm noktalarından biridir. Bu tarihte yasalaşan üç önemli kanunun çağdaş, demokratik ve özellikle laik devlet ve toplum yapısına kavuşmak açısından oynadığı rol ortadadır. Fakat ne yazık ki, bu yasaların önemi sonraki Cumhuriyet kuşaklarına yeterince anlatılamadı, öğretilemedi. Yani, 3 Mart 1924 tarihi bir anlamda unutuldu, bir anlamda da önemine uygun değerlendirilemedi. 3 Mart 1924 ruhu kavranamadı. Sıkıntılar da o yüzden yaşanır oldu.
Laiklik Türk İnkılabı’nın temel taşıdır. Laiklik Atatürkçü düşünce Sistemi’nin özünü oluşturan akılcı ve bilimci tutumun sarsılmaz bir parçasıdır. Onun zorunlu sonucudur. Türk İnkılabı’nın temel hedefi olan çağdaşlaşmanın vazgeçilmez şartıdır. Laiklik olmadan ne akılcı yaklaşımın varlığından söz edilebilir ne de çağdaşlaşma hedefine ulaşılabilmesi mümkün olur. Çağdaş toplum demek laik toplum demektir. Böyle olmasına rağmen laikliğin bazı çevreler tarafından sık sık gündeme getirildiği ve tartışıldığı bir gerçektir.
3 Mart 1924 tarihli kanunlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik hukuki alt yapısını kuran en önemli kanunlardır. Aradan geçen yüz yıla rağmen olayın güncelliğini hala koruduğu, yapılan işin ne kadar isabetli olduğu, son yıllarda gündeme gelen tartışmalardan daha iyi anlaşılmaktadır.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren zaman zaman görülen bu saldırılar, son zamanlarda bazı kişi ve kuruluşlar tarafından yurtiçi ve yurt dışında yoğunlaştırılmış ve çok tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Sahte ve bilimsellikten uzak belgelerle, yurt içinde ve yurt dışında yayımlanıp cömertçe her tarafa dağıtılan kitaplarla da Atatürk’e ve onun ilke ve inkılaplarına karşı faaliyetler sürdürüle gelmiştir. “Yeni Türkiye” özlemi… Neymiş “Yeni Türkiye” özlemi? Her şey serbest olacakmış. Peki, “Eski Türkiye”de ne yasaktı?” Eğer birileri fikir hürriyetini sağlama noktasında “Eski Türkiye” dedikleri cumhuriyeti yıkarlarsa, bir daha fikir hürriyeti bir tarafa, fikirlerini kendileri bile açıklayamayacaklardır.
Laik devletten, laik hukuktan, çağdaş eğitimden uzaklaşmanın nasıl bir felaket olacağını görmeliyiz. Bunu anlamak için bölgemizde olup bitenlere bakmamız yeter. Teokratik bir dikta rejiminin ve çağdışı bağnazlığın, eline geçirdiği bazı Ortadoğu ülkelerini/toplumlarını, nasıl karanlığa sürüklediği gözler önündedir. Laikliğe ve çağdaşlaşmaya düşman teokratik bir dikta rejiminin, yalnız uygulandığı ülkelere değil, İslamiyet’e de ne büyük zararlar verdiğini görmemek için kör olmak gerekir.
Laiklik bilimsel ve doğru şekilde anlaşılınca, görülür ki, bu ilke din, vicdan ve ibadet özgürlüğünün de güvencesidir. Bütün totaliter rejimlerde yöneticiler kendilerini tek ve değişmez temsilci saydıkları için düşünce özgürlüğünden ve gerçek demokrasiden söz edilemez. Şu halde, teokratik olmayan, laik bir devlet yapısı demokrasinin de ön şartıdır. Nihayet, Türkiye’de laiklik sadece cumhuriyetin; çağdaşlaşma hamlesinin; din, vicdan ve düşünce özgürlüğünün; demokrasinin vazgeçilmez temeli olmakla kalmaz; milli bütünlük açısından da gereklidir. Zira bugün yaşadığımız sancıların bir kısmı laiklik ilkesinden adım adım uzaklaşılmış olmasının bedelidir.
Yüzyıllarca emperyalist saldırılara göğüs geren son kale, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti de parçalanıp zincire vurulmak istenmektedir. Ne acıdır ki, Atatürk’ün liderliğindeki mücadele başarıya ulaşmasa idi, bugün ezan seslerinin hiç duyulmaz hale gelmiş olacağı topraklarda, O’na kim bilir hangi emperyalizmin, hangi düşmanın emrinde, hakaret edenler var!.. Paralarıyla, açık ve gizli örgütleriyle, O’nu ve eserini yıkmaya çalışanlar var!.. Buna elbette imkân verilmeyecektir. İnanıyorum ki, dıştaki ve içteki laik ve demokratik cumhuriyet düşmanları aradıkları fırsatı bulamayacaklardır.
Burada gururla ifade etmek isteriz ki, yediden yetmişe Türk insanının adeta bir insan seli gibi hiçbir zorlama olmaksızın her fırsatta Anıtkabir’i ziyaret etmesi, Atatürk ilke ve inkılaplarının yılmaz bekçileri olduğunun tartışmasız ve emsalsiz bir örneğidir. Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet son yıllarda içeriden ve dışarıdan atılan çelmelere rağmen yürümeye/yoluna devam ediyor.
Türkiye’yi laikleştiren 3 Mart 1924 devrim yasalarının kabulünün 100. Yıldönümünde başta yüce Atatürk olmak üzere aziz şehitlerimizi saygıyla anıyorum. Ruhları şad oldun.
28.11.2024
Prof. Dr. Behçet Kemal Yeşilbursa
www.bilimsanatyolu.com
Yorum gönder