Timur Selçuk’un müzik yolculuğu
1970 yılında, Türkiye proleter devrimleri çağına adımını attığında, Timur Selçuk henüz Paris’te klasik Batı müziğinin inceliklerini öğreniyordu. Kompozisyon ve orkestra şefliği alanında derinleştiriyordu müzik becerilerini. Popüler alana dönmedi değil: Bizim kuşağımız 1970-71’den itibaren, Timur’un yumuşacık, hüzünlü, duygusal şarkılarıyla âşık oldu. “İspanyol Meyhanesi”, “Ayrılanlar İçin”, “Beyaz Güvercin”, “Sen Nerdesin?” ve benzerleri, Timur Selçuk’un sokaklarını, köprülerini, “café chantant”larını dolaştığı Paris’in Fransız chanson’u geleneği ile Türk musikisinin yarım perdelerini ve Türkçe şiirin melankolik şairlerini birleştiriyordu.
Bu müziğin, klasik Batı müziği ile tek ilişkisi, genellikle şarkıcıya eşlikte pek standart bir kalıbı tekrarlayan Batı popüler müziğinden farklı olarak orkestrasyonun dikkat çekici zenginliğinden geliyordu. Timur’un eğitiminin pratikteki etkisi, kendini bir tek burada, bir de piyanodaki ustalığında gösteriyordu.
Türkiye’de 1 Mayıs’ın, işçi sınıfının o uluslararası mücadele gününün marşı, Timur Selçuk ile özdeşleşmiştir. Bu, ister istemez, başka bir sanatçıya büyük bir haksızlıktır. Marşın güftesi ve bestesi, adı 1970’li yıllarda bilinen ama daha sonraki kuşakların 12 Eylül’ün sağır edici sessizliğinde unuttuğu Sarper Özsan adlı müzisyene aittir. Hiçbir sanatçının hakkı yenmemeli.
Marşlar arasında ender düzeyde bir melodik kalite taşıyan bu kadar güzel bir marşı yazan insanımızı unutmak ne demek? Biz emeğin hakkını tam olarak vermek isteyen bir hareketin çocuklarıyız, böylesine güzel bir emeğin hakkını vermezsek olur mu?
Ama “Sezar’ın hakkı Sezar’a” derken Timur’un hakkını da unutamayız. 1 Mayıs Timur’un, gergin bir piyano üslubunun eşliğinde yarı kadın-yarı erkek sesiyle söylediği, belki de güzelliği buradaydı, bir marş olarak bellenmiştir bu topraklarda, belki de ebediyen.
Timur 1 Mayıs’ın o muhteşem marşı ile milyonların, on milyonların sevgilisi olmuştur. Beyoğlu meyhanelerinde “İspanyol Meyhanesi”nin “yıkılmış, hayli çirkin, hayli geçkin, ağlamaklı kadın”ı ile sarsılan tütsülü kafaların yerini eli nasırlı işçiler, kara kafalı çıraklar, kasketli köylüler almıştı Timur’un hayranları arasında.
Halkın mücadelesinin durdurulamaz seline kapılan sanatçı, kendisinin onun yaratığı olduğunu bilincine çıkaramasa da, neredeyse kaçınılmaz olarak onun duyarlılıklarının kaynağından su içmeye, toprağından beslenmeye, tarihinden derlemeye başlar. Cem Karaca, bu işe çok daha erken başlamıştı ve daha 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren Anadolu türkülerini, deyişlerini, müzikal biçimlerini derlemeye yönelmişti. Başkaları da vardı ona paralel olarak bu işi yapan.
Ama Cem 1970’li yıllarda işçi sınıfının yükseliş yıllarının Timur’la müzikal olarak taban tabana zıt, siyasi olarak kardeş müzisyeni olarak bizim için ayrı bir önem taşıyor. Daha ziyade rock’çı gençliğin idolü olarak kalan Erkin Koray’dan da, faşistlerin sesi olmayı seçen Barış Manço’dan da farklı olarak Cem, belki biraz da Ermeni anasının ezilmiş bir halkın içinden geliyor olmasındandır, devrimci hareketin saflarını seçti. Anadolu rock, çok önemli bir müzikal serüvendir. Gelecekte bile Türkiye’de halk kitlelerine ulaşan müzikte oynayacağı bir rolü olacağına inanıyorum. Cem, bu büyük müzikal harekette çok önemli bir rol oynamıştır.
Timur ile Cem’in bütün aile tarihçesi, onlar daha doğmadan, Anadolu’nun şiiri ve müzikal biçimleri karşısında farklı tutumlar almalarını belirleyecek özelliktedir. Timur, buna döneceğiz, Türkiye’nin klasik musikisinin modern çağında sadece Zeki Müren’in karşılaştırılabileceği bir sesin, Münir Nurettin Selçuk’un oğludur. Neredeyse mavi kan taşımaktadır.
Cem ise vodvil tiyatrosunun, yani halkı (ama havass anlamında değil avam anlamında halkı) eğlendirme sanatının en ileri örneklerini sunan Karaca Tiyatrosu’nun, yeni kuşakların en azından adını duymuş olabilecekleri Gülriz Sururi’nin amcası Ali Sururi ile birlikte en komiklerinden Ermeni Toto Karaca’nın (İrma Felekyan) ve Azeri Mehmet Karaca’nın oğludur. (Şu Karabağ günlerinde bu Kafkas birliğine bir bakar mısınız!) Timur Nişantaşı’dır. Cem Bakırköy’dür. Timur Paris’te orkestrasyon okumuştur. Cem haylazdır, Orhan Veli misali, liseden terktir. O yüzden Cem Anadolu’nun bağrına dalmıştır. Timur ise Fransız kalmıştır.
İroniyi vurgulamak için söylüyoruz. Paris’lerde okumuş aristokratımız bile, gün gelmiştir Anadolu’dan feyz almıştır.
Timur’un 1970’li yıllarda en sevilen şarkılarından biri olmuştur Kazak Abdal’ın taşlaması (insanın kaya fırlatma töreni diyeceği geliyor!). Timur Fransız chanson geleneğinden bir kabare tarzı da devralmıştı. Belki de bu tarzın müzikteki büyük üstadı Jacques Brel hayranıydı.
Bu gelenekte şarkıcı, sanki Brecht tiyatrosundan fırlamışçasına, şarkıyı tam bir aktör tonuyla ve “rol yaparak” söyler. Timur Kazak Abdal’ı öyle söylüyordu. Her “anasını” dediğinde “köyü yıkıp harab eden”e karşı kinle dolmaması mümkün değildi dinleyenin. (Siyasi nezakete uymuyor tabii, son derecede cinsiyetçi. Ama derin bir sınıf kinini temsil ediyor.)
Ben bu satırları yazdıktan sonra internette dolaşırken ekşi sözlük’te şu cümleyi okudum: “cem karacanın çok güzel seslendirdiği bir parçadır. dinlerken ana avrat gidiyormuş hissi verir.” Ne güzel, ne semptomatik! Doğru, Cem’in de bir “Kazak Abdal”ı vardır. Ama, muzip Toto’nun oğlu Cem, kendisinden beklenmeyecek biçimde türkünün kadınları yaralayabilecek yanını, deyim yerindeyse, “traşlamış”tır. Her dörtlünün sonunda yer alan “anasını” ibaresini çıkarmış, hep “kılanın da, verenin de, imamın da, soranın da” diye bitirmiştir dörtlükleri kendi versiyonunda.
Buna karşılık ağır başlı Münir Nurettin’in oğlu Timur, her dörtlüğün sonunda ağız dolusu “anasını” der. İnsan tersini bekler: Köylünün “derince kazın kuyusun, inim inim inlesin” derecesine varan öfke ve acısını Cem’in o güçlü heybetli sesiyle çok daha berrak biçimde ifade edeceğini sanırsınız. Oysa Timur’un neredeyse yaşlı bir kadının titrek sesi gibi çıkan sesiyle söylediği türkü, bu duyguyu bırakmakta çok daha mâhirdir. Ekşi sözlük’te yazan (bize göre) genç kardeşimiz yanılmış. Cem’in versiyonunda “ana avrat gitmek” yok! O aslında Timur’u düşünüyor ama Cem diyor. Benim bu bölümü yazmakta ne kadar haklı olduğum ortaya çıkıyor. Mirabeau Köprüsü’nün romatizminden talkın veren imamın anasına uzanan uzun yolun kat edilmesindeki bilinç değişikliği, sadece halkın devrimci kabarışına bağlı olabilir.
(SUNGUR SAVRAN, “Timur Selçuk: Devrimin melodisinden Evren’in sazendesine”,
GERÇEK, Kültür/ Sanat, 8 Kasım 2020)
www.bilimsanatyolu.com
Yorum gönder